Sinema Yazarları  Derneği iddia edildiğine göre 42 yıldır yılın en iyi filmlerini seçiyor. Ama genellikle tarih kitaplarında bu ödüllere çok

Sinema Yazarları  Derneği iddia edildiğine göre 42 yıldır yılın en iyi filmlerini seçiyor. Ama genellikle tarih kitaplarında bu ödüllere çok fazla yer verilmez. Ama en önemlisi şu yazarlık meselesi. Eğer sinema yazarları, her şeyden önce bir yazarsa ve ödül veriyorsa, öncelikli olarak bir tartışma sürecinden sonra ödül verebilir. Bugün jüriler bile filmler üzerinden bir tartışma yaparak ödül veriyor. Oysa gerek Siyad üyeleri arasında, gerekse oylama sırasında genel olarak Türkiye’de filmlerimizin niteliği üzerine hiçbir ciddi tartışma yapılmıyor. Daha da önemlisi bugün BirGün dışında geçen yılın filmlerini ve sinemamızın halini bütünlüklü olarak tartışan hiçbir yazı ne basında ne de dergilerde yoğun olarak tartışılmadı. Zaten buna dayanarak Türkiye’de bugün eleştiri kurumunun yaratıcı sanatçıların çok gerisinde kaldığını söylüyoruz.
İkinci olarak artık sıradanlaşmış ödül törenlerinde Reha Erdem muhteşem ödüllerini almaya devam ediyor. Bunun ise en büyük sakıncası estetik planda: çünkü Erdem reklamla fazla içli dışlı olmanın getirdiği tipik hastalıklardan muzdarip. İnsanlar yavaşlatılmış klip çekimleriyle büyük estetik filmler yapamazlar. Nuri Bilge Ceylan sinemaya başlamadan önce sinema sanatını yaratabilmek için reklam 'estetiği'nden tümden kopması gerektiğini çok iyi bildiğini söyler. Ama Reha Erdem’de karşımıza çıkan ise tümüyle reklamın dilini sinemaya taşımaktır. Ama bir başka büyük sorun daha var: Erdem’in senaryolarının çok azı özgündür, bir başka yönü ise filmlerin önemli bir bölümünün bu topraktan kültürel olarak beslenmemesidir. Başta bu yıl ödül kazanan Hayat Var’ın büyük oranda Bresson’un Mouchet’inden izler taşıması, (ki o da bir romandan uyarlanmıştı), Erdem’in filmlerinin büyük bölümü Bresson’un izlerini taşımaktadır. Bir tür franchising denilecek kadar abartılı izler bunlar.
Bir başka önemli sorun da şudur: Siyad ödülleri sonrasında dahi ne basında ne de sinema dergilerinde ödüller dolayısıyla hiçbir ciddi tartışma yapılmıyor. Neyi niçin ödüllendirdiğini açıklamadan, bir perspektife dayanmadan ödül dağıtmak bugün Sinema Yazarlarının tipik hastalığı haline geldi. Hemen her dergi bir başka adla internet üzerinden çeşitli insanlara erişip listeler çıkarıp yayınlama havasına girdi. Tekrar ediyorum: hiçbir gerekçelendirmenin ve tarihsel perspektifin izini taşımayan bu ödüllendirme ya da listelemelerin anlamı Türkiye’nin çok derin bir dekadans yaşadığını göstermesidir.
“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” diye özetliyordu Uğur Mumcu bu durumu. Ama bunun da ötesinde şeyler var bugün: o kadar çok sinema yazarı var ki sinemamızın geneli hakkında ya da bir film hakkında 1 saat konuşsa, 10 kere durdurup bir dediğinin ötekini tutmadığı, bir önceki söylediğinden sonrakinin çıkarsanamayacağını göstermek gerekiyor. Gerçek şu ki, bugün ülkemizde sinema eleştirisi geçmişe göre en az iki gömlek daha alt seviyede bir ortalama tutturmuş, sinema yazarlarının entelektüel beslenme kaynakları inanılmaz sığlaşmış, genel olarak yazarlık vasıfları ortadan kalkmıştır.
Bütün bu süreç içinde bir başka şey daha var: eleştiri güç kaybettikçe, yani eleştiri kuramsal köklerini yitirdikçe “başka şahıslara mahkâm oluyor”, genellikle bu şahıslar belirli bir popülerlik kıstasıyla seçiliyor. Eleştiri dediğiniz şey üç yönlü yanıt mekanizmasına sahiptir; birincisi tarihsel süreçte ayakta kalmak için mücadele verir. Bugün yazılanların önemli bölümü yarınları bırakın haftayı beklemeden kemirici eleştirilere terk ediliyor. İkincisi eleştiri sanatın kendisi hakkında ürettiği söylemle okura karşı sorumludur, ama tam da burada Bergman’ın muhteşem sözleriyle karşılaşıyoruz:
“Sanatçı ikili bir ölümle karşı karşıyadır. Amansız ve anlamsız olan kendi ölümü, yetersiz kişilerin eline geçmiş sanatının ölümü”. Türkiye’de çoğunlukla ve acı verici olan ikincisidir. Üçüncü süreç ise fikir işçisi olmanın getirdiği sorumluluktur. Bu sorumluluk alanı kültürün bilinçle inşa edilmesi sürecine dairdir. Ama Türkiye’de zaten hepimiz biliyoruz, kültürel dekadans yaşandığı için, kültürü yaşatmak değil, popüler olmaya çalışıp malı götürmek başlı başına bir hedef haline gelmiştir. Ama ortada bir maldan ziyade toplumsal olarak mallaşma vardır, bu da acı bir tarihsel sürecin çıktısı olarak karşımızda durmaktadır.
Son olarak okurlara ilişkin bir şeyler söylenebilir. Türkiye’de genel olarak eğitimli olmanın, üniversite mezunu olmanın kültürel ve entelektüel anlamları değişmiştir. Bugün ülkemizde hiçbir ciddi kitabı okumadan ve tartışmadan üniversiteden mezun olan, üniversite içinde en önemli grupsal faaliyeti pişpirik ya da tavla oynamak olan büyük bir kesim var. Başta İhsan Doğramacı olmak üzere, ardından gelen diğer YÖK üyelerinin elbirliği ile üniversitelerimizi katlettiklerini biliyoruz. Ama öte yandan toplumsal olarak çok derin bir yoksullaşma yaşandığı için, üniversitedeyken “okumak istiyordum, ama istediğim kitapları alacak param yoktu”, “şimdi mezun oldum, çalışıyorum, ne zamanım var ne isteğim var, hele sıfırdan başlayıp kendimi entelektüel olarak yetiştirmenin zahmetine girecek enerjim ise hiç yok” diyen hem ODTÜ’lü hem de Boğaziçi mezunu çok arkadaşım olmuştur. Türkiye’de genel olarak okuyucu o kadar eksik bir şeydir ki, yazarın nitelikli olarak üretmesinin ne toplumsal ne siyasal ne de iktisadi bir karşılığı yoktur. Acı olan şey şudur: Türkiye’de adım adım sığlaşmanın iktisadi temelleri atılmıştır. Popa sığınmak 'yüceltilmiş' bir bilgi yayma açılımı haline geldi, başımız sağ olsun.