Yazının başlığı, 1994’de yayımlanan ilk şiir kitabımın adıdır.

Yazının başlığı, 1994’de yayımlanan ilk şiir kitabımın adıdır.
Artık ‘piyasada’ bulunmadığı için kitabın reklamını yapıyor olmam söz konusu değil. Hoş, yayımlandığı zaman da hiç ‘piyasası’ olmamıştı. Birkaç dergide küçük değinilerle anılmış olsa da, adı hep yanlış yazılmıştı; ‘Yanlışlıklar’ değil, ‘yanlışlar’ olmuştu.
Bu küçük yanlış yazılmaya takılmam, şair kaprisinden değildi. Yapmaya çalıştığım vurgu önemliydi.
Bursa hapishanesinde, 90’lı yılların başında yaptığımız görüşlerin birinde bir şey fark etmiştim. Dışarı daki, sorular ve yanıtlar arasındaki ilişki ile, içerdekiler arasında bir farklılık vardı.
Özal ile birlikte, “peynir çeşitlerinin artmasıyla” başlayan liberasyon sürecinde, ‘liberal değişimin’ günlük dildeki etkilerinin başlarda tam olarak farkına varamamıştık. İçerde ise durum değişmemişti. Algı, söylem ve kavramlarla olan düşünsel ilişki doğru kanalındaydı. Mevcuda uygun değişimler, içerdekileri fazla etkilememişti. Hapishanenin izolasyon koşulları belki de ilk ve tek olumlu sonucu doğurmuştu böylece! Tüm bunları, içerdekilerle görüşmelerde anlamıştım; Sorularla yanıtlar arasındaki diyalektik bağ, dışarı daki dünyada çoktan kopartılmıştı.
 Daha Özal devriyle birlikte sorularla yanıtlar arasındaki diyalektik bağ kopmaya, kopartılmaya başlanmıştı. Ama ben biraz geç fark etmiştim. 12 Eylül öncesinin değerlerine sahip olan içerdekiler açısından bu bağ kopmamıştı. Olması gereken soruların olası yanıtları onlar için geçerliydi. Örneğin, Körfez Savaşı öncesi sorunları konuşurken, dışardan bakan bizlere, daha geniş, farklı bakış açıları sunabiliyorlardı.
O zamanlar içerdeki bir arkadaşımız bu durumu, günün 24 saati bu sorunlara kafa yormakla açıklamıştı. Bir yanıyla doğruydu. Ancak, onlar içerde olma koşullarında, diyalektik bağın kopmasını yaşamadıklarından, salt yoğun düşünceden dolayı değil, doğru bağ nedeniyle, doğru akıl yürütmelerde bulunabiliyorlardı..
Bursa hapishanesinden mülhem yazdığım bir şiirin adını, kitabıma başlık olarak vermiştim sonuçta.
Başbakan, AKP’nin Kızılcaham kampında konuşurken, “Yanıbaşımızda çocuklar öldürülürken susmayacağız” diyor. Zengin Batı ve Kuzeye karşı, Güney’in yanında olmaktan söz ediyor en “ajitatif” bir biçimde. Geçmişte o sözler için nice insanlar hapislere düştüler, işkence gördüler.
Ülkenin Başbakanı’nın bunları söylemesi iyidir. Ama bu sözün sahibi yarın tam karşıt bir sözün ve eylemin sahibi olarak karşımıza çıkıyor. İşte, sorularla yanıtlar arasındaki diyalektik bağ bunu için kopartıldı.
Sanki bu ülkenin çocukları öldürülmüyor. Sanki bu ülkenin gadre uğrayanları, hak aramak için çıktıkları yol boylarında linçlere uğramıyor. Bu ülkede Kürt halkının seçilmiş temsilcilerine, elleri bağlı, sıra sıra dizilip, aleni işkencelerin normalliği yaşatılmıyor.
Solun “itibarsızlaştırılmasında” da yaratılan aynı kolaylıktan yararlanılıyor. Siz hangi yanıtı verirseniz verin, muhatabınızın kendi soruları ve o sorulara göre biçimlendirilmiş ve size atfedilen yanıtlar var. Başbakanın sözlerine “Bi dakka bunlar bizim sözlerimiz” demenin bir anlamı kalmıyor! Dönüp size, “Bunlar Başbakanın sözleri” denecek çünkü.
Sorular ve yanıtlar arasındaki diyalektik bağ kopartıldığında olan budur. Her yanıt, her sorunun yanıtı haline gelir. Ve bir yandan da bu her yanıt, hiçbir sorunun yanıtı değildir.  Burada da geliyoruz küresel kapitalizmin post-modernist  düşünce sistematiğine... Sorular ve yanıtlar arasındaki diyalektik ilişki kopartılınca, anlam üretmeler ve yanıtlar uzaya dağılır. Düzlemsiz ve bağlamsız... Ama o uzay, yıldızların olduğu “bizim” uzay değildir. Yapıntı bir uzaydır. Yani, yinelemek gerekirse, küresel kapitalizmin post modern ve naylon uzayı…
Haftanın dizeleri; “zaman değişmiyor doksanüçte,/ bursa özeltip cezaevinde/ değişen, sorular ve yanlışlıklar”