İktidarın tahammül sınırı daraldıkça yasakların ve kısıtlamaların alanı genişliyor. Meslek odaları üzerindeki baskıların en son kurbanı barolar oldu! İktidar, tekil baro istemediğini ilan etti; gereği için düğmeye basıldı! Benzer bir niyet sosyal medyaya yönelik olarak da ifade ediliyor; orada istenmeyen ise çok seslilik!

Demokratik bir ülkede bu durum bir skandal sayılabilir; çünkü çoğulculuğun hâkim olması gereken sosyal medya alanında tek sesliliğin derdine düşen iktidar, kamu otoritesi adına belli bir tekeli elinde bulunduran baro yönetimlerini ise çoklaştırma derdinde!

Garabeti görmek için söz konusu alanların tarihsel doğuşuna bakmakta yarar var. Ünlü düşünür Habermas, kamusal alanın doğuşu için 18. yüzyılın ortalarına işaret eder. Kamusal alan olarak işaret edilen yerde yazılı basının doğuşu ve yarattığı ortam vardır. Kendisini siyasal alanın dışında tanımlayan bu yeni alanda yazılı basın, bilgiyi ve bu bilgiden doğan kamusal tartışma ortam ve olanaklarını öngörülmemiş biçimde genişletir. Siyasal alanın dışında doğan bu alan, zaman içinde demokrasinin ve çoğulculuğun tanımlandığı ve ölçüldüğü yer haline gelir. Bu teşhis birçok açıdan tartışmaya açık olsa da bugün sosyal medyaya doğru genişleyen bu alanın siyasal alan dışında bir iddiası olduğunu biliyoruz. Kamusal alanın varlığını, görece çoğulcu ortamı meşru kılıyor. Ancak dikkate değer bir süredir tam da bu çoğulculuk, iktidarın hedefinde! Yazılı basına yönelik dönüştürme projesinin yarattığı yıkıcı tek seslilik ve sonuçları ortadayken, şimdi aynı niyetlerin sosyal medya alanına yönelişine şahit oluyoruz.

Diğer yanda, baroların da parçası olduğu hukuk/yargı alanının doğuşuna bakacak olursak orada çok farklı bir şekillenmenin olduğunu görürüz. Kamusal alanın tersine hukuk alanı, siyasal alanın ve ulus-devletleşme sürecinin bir parçası olarak gelişir. Kuşkusuz hukuk ve yargının kendine özgü bir mücadelesi vardır; ancak bu mücadele hiçbir zaman siyasal sistemin ve devletin şekillenişinin dışında anlaşılamaz. Bourdieu, hukuk alanının doğuşuna yönelik analizinde, hukukçuların kendi alanlarını kurma sürecinde verdikleri mücadeleye işaret ederken, bir yandan da yargıçların mücadelesinin yargı alanının ötesine geçen sonuçları olduğunu söyler. Hukuk alanındaki güçler kendi oyunlarını kurarken, siyasal alanın ve devletin feodal dağınıklık ve çokluk halinden tekil bir ulus devlete dönüşümüne de önemli katkı yapmışlardır.

Batının ulus-devletleşme stratejisini benimseyen Türkiye’de bu dönüşümün hikayesi ayrıca tartışılabilir. Ancak burada önemli nokta, Türkiye’de de yargının ve genel olarak hukuk alanının siyasal merkezileşmenin bir parçası olarak şekillendiğidir. Tam da bu çerçevede, Anayasa’nın 135. maddesi baroları Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşu olarak tanımlar. Onları kendi sistemi içinde sivil topluma açılım noktaları olarak görür. Diğer bir anlatımla, baroların bir ayağı bürokratik yapılar olarak siyasal sistemde diğer ayağı sivil toplum alanındadır. Bürokratik yapılar olarak kullandıkları birçok güç, devlet kurumlarının kullandığı güçten hiç de farklı değildir. Dahası devletle sivil toplum arasındaki konumları nedeniyle barolara “hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak” gibi siyasal sayılabilecek görevler de atfedilmiştir.

Bir kez daha başa dönecek olursak, siyasal alanın dışında konumlanmış (sosyal) medyanın “çoğulcu” halinden rahatsız olan iktidar, bu alanı hizaya sokup tekilleştirmek isterken, meşru şiddetin tekelini elinde tutan devlet aygıtının bu tekelci gücünü kamu adına kullanmakla yetkilendirilmiş baroları, 2 bin imza ile çoklu hale getirmek istiyor!

Barolar direniyor, çünkü tartışmaya açılanın, meşru şiddetin tekelinin ve kullanımının gelişigüzelleşmesi olduğunun farkındalar! İktidar neyi dağıttığının farkında mı?