Seksenli yılların başlarındaydı. İstanbul’da bir grup sinemacı arkadaş “devrimci filmi” yapmak istiyorlar. Ellerindeki öyküde ise istedikleri devrimci...

Seksenli yılların başlarındaydı. İstanbul’da bir grup sinemacı arkadaş “devrimci filmi” yapmak istiyorlar. Ellerindeki öyküde ise istedikleri devrimci içerik yok. Hemen bir çözüm buluyorlar. Filmin devrimci kişisi, duvardaki bağlamayı alacak, devrimci bir türkü söyleyecek! Allahtan bu film çekilmedi.
Alın size bir biçim içerik tartışması.
Geçen hafta İstanbul’dan yetmiş avukat Tekel dayanışması için Ankara’ya gittik. Hepimiz Çağdaş Avukatlar Grubu üyesiydik. Bu üyelik tamamen İngiliz anayasası gibi bir şeydir. Yazılı bir yönetmeliği olsa da, daha çok sözlü kurallarla ve gönül üyeliği biçiminde olur. Yani bir yerde öz ve biçim birlikteliği, uyumu söz konusudur. Avukat, “ben ÇAG’lıyım” diyorsa öyledir. Kendi içimizde ağır, acıtıcı tartışmalar yaparız. Ama “mücadele” gerektiğinde derhal aynı otobüse biner, düşeriz yollara. Sivas, Gazi Kıyımı, Uğur Kaymaz, Metin Göktepe katli... Nerde bir kıyım, katliam varsa.
Ve nerde bir direniş varsa şimdi!
Düştüğümüz bu yollarda, “devrimcilik” olsun diye değil, canımız istediği için,  Enternasyonal’i de, Türk sanat müziğini de söyleriz. İşte bir biçim öz birlikteliği.
“New York’ta, 1970’lerin sonunda kentin birinci sıradaki ihraç ürünü olarak giyeceğin yerini hukuk hizmetleri almıştır.” (Yeni Zamanlar, S Hall-M.Jacques, Ayrıntı Y.) Kapitalizmde böylesine mallaşan hukuku, burada zalime atılan bir taşa dönüştürebiliyoruz.
Tam da bugünlerde hukuk şiir ilişkisi üzerine kafa yormaktaydım. Bu nedenle, avukatların Tekel eylemi için  “şiir gibi bir eylem” demeyi uygun buldum. Şiire çok uzak bir meslek olan avukatlığı yüceltmiş olduk böylece.
Tekel işçisi eyleme durmuş, -birazcık da olsa- avukatı ben olayım!
Çoğumuzun genç olması ayrı bir güzellik. Halis Yıldırım kardeşim sıfırlayıp güçlendirdiği kalbiyle yürüyüş kolunun en arkasında, şiirin son dizesi, hatta berceste mısraydı. Evet, biraz övelim kendimizi, Melih Abi; Hızır Paşalar üstümüze gelince dik duracak gücümüz olsun!
Ankara’ nın en uzun, cübbeli avukat yürüyüşünü yaptık. Ankara polisinin ÇAG’ı tanımadığı belliydi; otobüsü durdurup denetim gerekçesi ile bizi engellemek istedi... Yetmiş avukat iniverdik otobüsten. Geçirdik sırtımıza cübbeleri; sağanak yağmur altında yola revan olduk. Planın tutmadığını gören polisler düştü peşimize; “gelin otobüse binin diye!”
Tekel çadırlarında, herkesin gördüğünü biz de gördük: Yapılan salt bir emek ve ekmek kavgasıydı. Başbakan’ın, Hayati Yazıcı’nın, Bekir Bozdağ’ın “hilafi hakikat çarpıtmaları” ayan beyan ortadaydı. Direnen insanların gözlerindeki ekmek ve gelecek kaygısı, ellerindeki emekçi kavrayışla, onurlu duruşları her türlü yakıştırmayı yalanlıyordu... Tam da Başbakan’ın dediği gibi “hayatın gerçeğiydi” tanık olunan yalansız ekmek kavgası. O, bakkalların sonunu ilan için demişti ama, olsun.
Doğan Tılıç üstadım, Tekel eylemi başlarken, bir yazısında, şair olmadığına hayıflanmıştı. Oradaki somut şiiri görünce; çadırlarda, kaygının ve direnişin birlikte dile getirildiği sayısız soruları yanıtlarken, şiirin zaten yazıldığına tanık olduk.
Bu bir insanlık kültürü, geleceğe taşımamız gereken.
Bu, hayatın tam da ortasında, birlikte yaratılan zengin uyaklı bir şiir.
Destek olmanın ötesinde hukuksal sorunlarını paylaştık uzun uzun. Gördük ki, türbanlısından solcusuna tüm işçiler kesinkes emin oldukları hak ve emek mücadelesinde, duvarda bağlamaya, dilde türküye bile gerek duymadan hayatın devrimcisiydiler.
Kültür sayfasına korsan yazı oldu bu hafta. Olsun. Avukat eyleminin de çoğu korsandı zaten. Yakışır.
Haftanın dizesi; “ Kızılay meydanında/ çıplak gençliğimle karşılaştım”