Bir kez daha yerel seçimlere giderken, yine kafalarda nasıl bir kent, nasıl bir yerel yönetim sorusu var. Türkiye’de solun iktidar süreçlerinin dışına bu derece düştüğü bir dönemde, bir kez daha “küçük başarıların”, büyük dönüşümün fitilini tutuşturabileceğine inanmak isteyenlerin sayısı hiç de az değil. Öyle ya da böyle, öngörülebilir gelecekte sol, devleti yönetmeye yönelik bir iddia […]

Toplumcu belediyecilik için notlar

Bir kez daha yerel seçimlere giderken, yine kafalarda nasıl bir kent, nasıl bir yerel yönetim sorusu var. Türkiye’de solun iktidar süreçlerinin dışına bu derece düştüğü bir dönemde, bir kez daha “küçük başarıların”, büyük dönüşümün fitilini tutuşturabileceğine inanmak isteyenlerin sayısı hiç de az değil. Öyle ya da böyle, öngörülebilir gelecekte sol, devleti yönetmeye yönelik bir iddia ortaya koyacaksa bu konuda, yerel yönetimler en gerçekçi ölçek olarak öne çıkıyor.

Ama önce bir uyarı; ne bir yerlerde hazır pişirilmiş kent ya da yerel yönetim modelleri var, ne de sıfırdan başlıyoruz. Öncelikli olarak karşımızda ismini ne koyarsanız koyun, ne yapmamamız gerektiğini gösteren geniş ve “partiler üstü” hale gelmiş vahşi bir deneyim var. İkincisi çok sayıda olmasa da, bu ülkenin farklı tarihsel ve coğrafi uğraklarında ve diğer bazı coğrafyalarda sosyalist-toplumcu yerel yönetim deneyimleri belli ölçülerde yol gösteriyor. Üçüncü olarak, sosyalistlerin elinde tuttuğu ve başka kimsenin elinde olmayan “bilgisel sermaye” var. Bunlar kadar önemlisi, küçük toplumcu bir çıkışı uçurmaya hazır, adaletli bir belediyecilik anlayışına hasret geniş halk kitleleri var.

Aşağıda yer yer bu birikimi işe koşup, toplumcu bir belediyecilik konusunda bize ipuçları sağlayacak bazı yöntemsel, kuramsal ve yer yer de uygulamaya dönük çıkarımlarda bulunacağız.

Yerel yönetimleri konumlandırmak

Çıkış noktasında yerel yönetimleri sivil toplumun parçası gibi görmek isteyen yaklaşımlara karşı, yerel yönetimlerin devletin yerele uzanan parçası olduğunun altını çizelim. Öte yandan devletin, bir mücadele alanı haline getirildiği ölçüde yeknesak ve homojen bir yapı olmaması, meydan okumalar açısından yerel yönetimlerin en zayıf halkalardan biri olduğu gerçeğini değiştirmez.  

Baktığımızda kapitalizm sadece sosyal eşitsizlikler değil, aynı zamanda mekânsal eşitsizlikler de yaratmaktadır. Homojen olmayan toplumsal ve mekânsal örüntülerle, homojen bir devlet yapısının başa çıkabilmesi mümkün değildir. Yerel devlet karmaşık süreçlerden geçerek devletin bu heterojen yapılarla baş etme arayışının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Bu yerel yapıların bir bölümü mücadeleler sonucu yerli halkın oyları ile göreve gelmeye başladığı ölçüde, devletin yerel farklılıkları yönetme stratejisinin olduğu kadar yerel güçlerin de merkezi yönetim karşısındaki temsilcileri haline gelmişlerdir. Yerel yönetimleri özgün ve çekici kılan devlet içindeki bu çelişkili konumudur. Yerel devlet aynı anda bu iki çelişkili pozisyonu içselleştirirken, bu tür bir çelişkinin nasıl çözüleceği ise siyasal mücadeleler tarafından belirlenmektedir. Yerel yönetimleri bugün sol siyaset açısından çekici bir odak haline getiren tam da bu çelişkili konumudur.

Yerel yönetimleri tanımlamak

Devlet, dolayısıyla da yerel devlet üç ana boyuttan oluşur. Birincisi, bir mücadele alanı olduğu ölçüde yerel devlet, farklı güçlerin ona etki yapmasına izin veren temsiliyet kanallarından oluşur. Bu kanallar devleti toplumsal güçlere açarak erişimlerini sağlar. Ancak hepimiz biliyoruz ki, bu kanallar tüm güçlere aynı oranda açık değildir; stratejik bir seçicilikle bu kanalları kontrol edenler, belli güçlerin yerel yönetimlere erişimini kolaylaştırırken, diğerlerinin erişimini zorlaştırır.

Devleti tanımlarken, bu erişim kanalları ile başlamamızın temel nedeni, nihai olarak gücün devlette değil toplumsal/siyasal güçlerde yatıyor olmasıdır. Dolayısıyla yerel devlet etrafında konumlanan güçleri, bu güç dengeleri içinde öne çıkan çıkarları ve taleplerini ne tür mekanizmalarla yerel devlete eriştiklerini anlamanın yolu, devleti toplumsal güçlere açan erişim yani temsiliyet kanallarına bakmayı gerektiriyor.

Bu durum, yerel devletin ikinci boyutu olan örgütsel ve kurumsal mimarisini önemsiz kılmaz. Kurumsal yapıya, toplumsal alandan siyaset aracılığıyla gelen talepleri işleyen yer olarak bakıldığında; bürokrasisi, karar alma süreçleri, kuralları, mevzuatı ve stratejik seçicilikleriyle kurumsal yapı ve mimari yerel devletin ana bileşenlerinden biri haline gelir.

Üçüncü olarak temsiliyet kanalları aracılığıyla bu kurumsal yapıya giren taleplerin karşılanma noktasında yerel devletin kentsel alana yapmış olduğu müdahaleler yerel devletin üçüncü tanımlayıcı boyutu olarak karşımız çıkıyor. Sonuçta, yerel devletin somut varlığı bir toplumsal alan olarak sorumluluğundaki yerel birimlere yaptığı müdahalelerle hissedilip, (yerel) devlet etkisine dönüşür.

Bu çerçevede bir kez daha somutlaştırmak gerekirse, bir yerel devlet birimi a) ona erişim sağlayan temsiliyet kanalları, b) temsiliyet kanallarıyla gelen talepleri işleyen kurumsal bir yapı c) bu etkileşim sonucu toplumsal alana yapılan müdahalelerden oluşan bir iktidar odağı olarak tanımlanabilir.

Toplumcu yerel yönetimler

Bu tanımlamaya sadık kalınırsa; toplumcu bir perspektiften nasıl bir yerel yönetim istiyoruz sorusunu yanıtlarken, bu üç alanı ayrı ayrı ve birlikte değerlendirmemiz gerekir.

Yanıtlamamız gereken sorular ise şöyle özetlenebilir; a) önemsediğimiz yerel yönetim birimi etrafında nasıl bir temsiliyet ilişkisi ve hangi toplumsal güçleri görmek istiyoruz, b) toplumcu bir yerel yönetimin nasıl bir kurumsal mimarisi olması gerekir, c) öncelediğimiz toplumsal güçlerle, öngördüğümüz kurumsal mimari bir araya geldiğinde kentlere nasıl müdahale etmeli, hangi alanlara ve sorunlara öncelik vermelidir.

Kimlerin temsiliyeti?

Her iktidar yapısı ve projesi kendisine bir toplumsal taban tanımlar. Bu toplumsal tabanın kurumsal alana sirayet edebilmesi ise tanımlanmış belli temsiliyet kanalları aracılığıyla olur. 

Bugünkü haliyle geniş halk kesimlerini dışarıda bırakan örgütlü çıkarların, belediyeler üstüne korporatist temsiliyet kanalları aracılığıyla çöktüğünü biliyoruz. Geniş halk kesimlerinin belediyelere erişimi seçici patron-adamı ilişkisi (klientalizm) çerçevesinde gerçekleşiyor. 5 yılda bir verilen oylar üzerinden oluşan meclis demokrasisi ise halk kesimlerinden çok, parti siyasetinin öne çıkardığı çıkarlara hizmet ediyor. Zaman zaman kurumsal kanallarla toplumun çeşitli kesimlerine erişim sağlayan bir çoğulculuğun da, çoğu durumda bu kesimleri siyasal yapılara eklemlenmeye götürdüğünü biliyoruz. Toplumun geniş kesimlerini dışarıda bırakan bu seçici temsiliyet kanalları karşısında kurumsallaşmış ilişkileri ve müdahale biçimlerini sorgulayan çıkışlar günümüz dünyasında ancak kentsel sosyal hareketlerden geliyor. Toplumcu belediyecilik, hedeflediği bu tür bir toplumsal tabanın iç kesit ve katmanlarının temsiline olanak verecek bir çoğulculuğu ve demokrasiyi mümkün kılması gerekiyor.

Toplumcu bir belediyecilik anlayışının temsiliyet alanındaki temel görevi zaman zaman dışarıdan baskı oluşturarak taleplerine yer açan sosyal hareketlere geniş halk kesimlerine genişlemelerine olanak verecek biçimde yer açmaktır.

İşlevsel (konu ve sorun temelli) ve yer temelli (mahalle, semt) meclisler aracılığıyla doğrudan ve çoğulcu-korporatist (demokratik kitle örgütleri, meslek kuruluşları, dernekler) temsiliyetin hâkim kılınması, dışlayıcı korporatist ve klientalist temsiliyet biçimlerinin tasfiyesini sağlamanın da önemli bir aracı olacaktır.

Temsiliyet ilişkilerinin geniş halk kitlelerine yönelik genişletilmesi, hegemonik bir proje olarak toplumcu belediyeciliğin toplumsal tabanını da tanımlayacaktır. Bu nedenle, en büyük başarı ya da başarısızlığın yaşanacağı yer bu alandır.

Yerel yönetimlerin toplumla etkileşiminin yerel üstü boyutları da önemlidir. Yerel üstü güçler, hareketler ve projelerle ne tür bir etkileşim içinde olunacağı konusunda da toplumcu belediyeciliğin bir stratejisinin olması yaşamsaldır. Aksi durumda yaratılacak etkiler yerelle sınırlı kalacaktır.

Kurumsal mimari

Kurumsal mimari bir yerel yönetim biriminin kendi içinde işlevsel ve alansal olarak nasıl örgütleneceğini, yasama ve yürütme organları yanında farklı birimleri arasındaki iş bölümünü tanımlar. Ama aynı zamanda, bu alan gerek üst ölçekte merkezi yönetimle, yerel ölçekte diğer yerel yönetim birimleriyle olan ilişkilerin düzenlenmesini içerir.  

Bu çerçevede, siyasal iktidar sahibi olmak sadece bu kurumsal mimariye hâkim olmakla olmaz; aynı zamanda bu birimin başta merkezi yönetim olmak üzere yerel üstü güçler karşısında özerkliğini güçlendirmeyi gerektirir.

Kurumun kendi iç işleyişi dikkate alındığında, en önemli görev geniş toplum güçlerine açılmış yönetim anlayışının kurumsal mimariye de damgasını vurmasıdır. Bu alandaki en önemi sorulardan biri belediye meclisleri bir yanda, bürokratik birimler diğer yanda, kurulacak katılımcı halk meclisleri ile nasıl iş birliği içinde çalışacağı ve doğacak sürtüşme ve çelişkilerin en aza nasıl indirileceğidir. Örneğin, halk meclislerinde alınan kararlarla belediye meclislerinin kararları ve bu iki farklı temsiliyet platformunun nasıl ilişkilendirileceği önemi bir sorun alanı olarak tanımlanmak zorundadır.

Bunun yanında, son yıllarda kurumsal mimarinin ana öğeleri haline getirilen şirket mantığı ve taşeronlaşma gibi uygulamaların da tasfiye edilmesi önemli bir görev olarak toplumcu belediyecilik yaklaşımının önünde durmaktadır.

İstihdam politikası, kurumsal yapının işleyişinde en önemli belirleyicilerden biridir. Bir yanda istihdam politikasının kayırmacılık ve patronaj ilişkilerinden arındırılması önemliyken, diğer yanda uzmanlık ve liyakat sisteminin işler kılınması, hem hakkaniyet hem de etkin bir işleyişin sağlanması açısından önemlidir.

Yerel yönetim biriminin kendi dışında kurumsal mimariyle yakından ilişkili, biri yatay diğeri dikey olmak üzere iki boyut önemlidir. Birincisi, yatayda diğer kurumlarla ilişkilerdir. Dikeyde ise, merkezi yönetim ve diğer yerel üstü kurumlarla ilişkiler önemli hale gelmektedir. Bu çerçevede de toplumcu belediyecilik yaklaşımının, temsil ve ilişkilenme stratejilerinin olması gerekir.

Bu boyuta ilişkin burada işaret ettiğimizin çok ötesinde sorun alanları bulunmakla birlikte, yerel yönetimin kurumsal mimarisi konusu daha geniş hegemonik mücadelenin devlet projesini tanımlamak açısından da bir laboratuvar işlevi göreceğine işaret ederek bu boyuta ilişkin tartışmamızı tamamlayalım.

Kentlere müdahale araçları ve öncelikleri

Nihai olarak yerel devletin toplumsal alana etkisi, yaptığı müdahalelerle ölçülür. Her kurum gibi yerel yönetimlerin de bir bütçesi vardır ve siyasi bir metin olarak bütçe hangi alan ve kesimin mali kaynaklardan ne ölçüde pay alacağını belirler. Yerel yönetimlerin kentlere müdahalesi;

a) sermayenin yeniden üretimine yönelik işlevler (ranta dayalı kentsel büyüme, vb.)  

b) emek gücünün yeniden üretimine yönelik müdahaleler (sosyal donatılar, sosyal konut, kütüphaneler, toplu taşımacılık, vb.)

c) meşruiyet ve düzen sağlamaya yönelik işlevler (zabıta hizmetleri, katılım ideolojisi, yoksulluk yardımları, vb.) olmak üzere üç ana alanda değerlendirilmektedir.

Toplumcu belediyecilik, bugün istisnasız hâkim hale gelmiş bulunan sermayenin yeniden üretimini önceleyen ve bu çerçevede meşruiyet ve düzen kurmaya yönelik müdahale anlayışını, yerel yönetimler alanında tersine çevirme göreviyle karşı karşıyadır.  Kentlerin ve etki alanındaki kırın ranta teslimini reddeden bir anlayış bu birimleri toplumsal üretimin merkezi haline getirmek gibi zorlu bir görevle karşı karşıyadır. Ama asıl önemlisi kentlerin, geniş halk kesimlerinin bölüşüm ve kimlik talepleri açısından bir müzakere ortamı haline getirilmesi önemlidir. Bu taleplerin katılımcı biçimde tanımlanması, yerine getirilmesi kadar önemlidir ve toplumcu belediyecilik açısından kent hakkının en önemli tanımlayıcı öğesi kentsel kamusal alanın bu taleplerin müzakeresine olanak sağlayacak hale getirilmesidir.

Katılımcı bütçe gibi uygulamalar tam da bu çerçevede önemli hale gelmektedir. Temsiliyetin demokratikleştirilip, geniş halk kesimlerine açılması, etkin bir kurumsal mimariyle bir araya gelip, kaynakların nasıl kullanılacağına halk kitleleriyle birlikte karar vermenin önünü açtığında, gerçek bir demokrasinin de önü açılmış olacaktır. Böylesi bir yönetim deneyimi yerel yönetimlerin bugün tümüyle saydamlığını yitirmiş kurumsal mimarisini de demokratikleştirecektir.

Hemen belirtmek gerekir ki, halk kesimlerinin kendi yaşamı üzerine söz söyleyip, kararlar aldığı bu tür platformlar aynı zamanda kentlerin herkese açık kamusal alanlarının da öncüsü haline gelecektir.