Türkiye Cumhuriyeti ve ulus devlet modeli

İbrahim AYDIN

Emperyalizmin birinci bunalım dönemi, küresel düzlemde paylaşım savaşına dönüştü. Emperyalist kapitalist ülkelerin dünyayı aralarında yeniden paylaşmak için başlattıkları bu savaş, Rusya’da işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesine zemin hazırlarken, diğer yandan sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadelelerini hızlandırdı. 

Sömürgeciliğe karşı başlatılan ulusal kurtuluş savaşlarının ilk örneklerinden biri de Anadolu topraklarında gerçekleşti. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist ülkeler arasında paylaşılıp işgal edilmesine karşı başlayan bağımsızlık hareketi, Kurtuluş Savaşı ile başarıya ulaşarak, 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanıyla sonuçlandı. Türkiye’de cumhuriyet rejiminin kurucu kadroları, tebaa sistemine dayalı feodal Osmanlı İmparatorluğu’ndan farklı, modern ulus devlet düşüncesine sahiptiler. Peki bu ulus devlet modeli nasıl ve hangi dinamiklerle inşa edildi? Bu soruyu yanıtlamadan önce ulus kavramıyla ilgili bazı unsurları anımsamakta yarar var. 

Uluslaşma ve ulusçuluk burjuva dünyasına ait kavramlardır. İlk ulus devletler, Fransız İhtilali ve sanayi devrimiyle Avrupa’da şekillenmiş, daha sonra bütün dünyaya yayılmıştır. Siyasal egemenliğin imparator veya kiliseye ait olmadığını belirten bir yaklaşımla, devlet örgütlenmesi biçimsel olarak halk egemenliğine dayandırılmıştır. Toplumsal ve siyasal hayatın oluşumu ulus devletler üzerinden şekillenirken, yeni devlet oluşumunun temel ideolojisini de milliyetçilik oluşturmaktadır. Burjuva devrimleriyle Batı Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımı doğuya doğru yayılmış ve birçok imparatorlukta çözülmeler yaşanarak, son üç yüz yıldır uluslararası sistemin kurucu unsuru, ulus devletler oluşmuştur. 

Milliyetçilik/ulusçuluk akımının, 19. yüzyıldan bu yana kapitalizmin üst yapısını şekillendirmesiyle birlikte, ulus devletlerin oluşturulma sürecinde bir motor görevi gördüğü de biliniyor. Başlangıçta dini kurumların ve imparatorlukların siyasal vesayetinin tasfiyesine, daha sonra sömürgeciliğe karşı devrimci bir işleve sahip olan bu ideoloji, egemen ulus devlet haline geldikten sonra, toplumdaki bütün sınıf farklılıklarının üzerini örten bir araca dönüşerek, gerici bir hal almıştır.  

OSMANLI'DA ULUSAL HAREKETLER

Avrupa’yı saran ulusçuluk hareketleri Osmanlı İmparatorluğu’nu da derinden etkileyerek, hızlı bir parçalanma içine sokmuştu. Ancak "ulusçuluk" akımının önünün alınamaması İmparatorluğu başka arayışlara yöneltmiş, II. Abdülhamit Dönemi’nde "ulusçuluk" akımına karşıt olarak "ümmetçilik" akımı öne çıkmıştı. Abdülhamit’in politikalarının devleti yok etmeye sürüklediğini düşünen İttihat ve Terakki liderleri "ulusçuluk" akımı ile bağlantılı şekilde "Turancılık" akımına yönelmişlerdi. Irka dayalı bu anlayış, bugünkü nesillerin bile altından hala kalkamadığı, farklı etnik ve dini gruba mensup insanların katledilmesi, yerinden yurdundan sürülmesi ile bir trajediye yol açtı.  

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesini politik olarak şekillendiren ve ulus devlet modelini biçimlendiren dinamik, emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesi içinde oluşmuştur. Bu model 1920’ler sonrası oluşan üç egemen sınıf ittifakına dayanarak gerçekleşti. Birincisi, geleceğin Anadolu burjuvazisini oluşturacak olan Anadolu eşrafı; ikincisi cumhuriyetin mali ve ticari büyük burjuvazisini oluşturacak olan İstanbul bürokrasisi ve yönetici kadrosu; üçüncüsü ise yönetici kadroyu oluşturacak olan sivil ve asker bürokratlar. Bu yönetici kadronun kendini adadığı hedef ise ulus devlet inşasının yanında, milli ekonomiyi beraberinde milli bir burjuvazi oluşturmaktı.   

Bunun yanında genç Cumhuriyet kadrolarının düşünsel politik yönelimi, Batı değerleriyle uyumlu modernist bir vizyona sahipti. Siyasi iktidarı mutlak hükümdar ve tebaa sistemi yerine halka dayandırma amacıyla, Osmanlı’ya ait dini, siyasi sosyal kurumları lağvederek, batı tarzı ulus devlet inşasına yöneldiler. Bunu, yukarıdan aşağıya “milli bir burjuva devrimi” olarak gerçekleştirdiler. Ümmetten millete geçiş, Anadolu halkı için yeni bir durumdu. Ulus devlet, etnik bir isimle anılır olmaya başladı; kurucular bu kimliği Türk milleti veya Türk ulusu olarak tarif ediyorlardı. Laiklik eksenli batılılaşma politikalarıyla,  dinin toplumsal ve siyasal yapıdaki etkisini azaltıp, milliyetçiliği öne çıkararak toplumu bir arada tutan temel ideolojik bir yapı inşa edildi. Milliyetçilik ve Halkçılık, ulus devletin, ulusal kültürel kimlik sembolüydü artık.  

Bu süreci pekiştiren en büyük reformlardan biri Türkçenin resmi dil olarak benimsenmesiydi. Dil sonuçta bağımsızlığın da sembolüydü. Latin harflerinin kullanılması, geçmiş ile yeni arasına bir sınır çiziyordu. Türk Tarih Kurumu, bir millet yaratma hedefiyle, önceki kökleri üzerinden Türk tarihi inşa ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda hiçbir siyasi anlamı olmayan Türk kimliğini halka yaymanın en önemli araçlarından biri milli eğitim olurken, diğeri genç cumhuriyetin yeni aydınlarıydı. Yukarıdan aşağıya doğru bir ulus inşasının temelleri böyle oluşturuluyordu.  Örnek bir Türk milli kimliği oluşturularak başka kimlikleri, dilleri, tarihleri yok sayıp, üniter bir yapı inşa edilmişti. Bu durum yeni rejimin “demokratik” bir temele oturmasını tartışmalı hale getiriyordu. 

DİLE, DİNE, IRKA DAYANAN ULUSÇULUK

Dünya tarihinde ulus devlet örgütlenmelerine ilişkin birçok farklı model olmasına rağmen, temel olarak üç modelden bahsetmek mümkün. Birincisi İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, toprağa bağlı bir yurttaş temelinde, çoğulcu ve “demokratik” modeldir. Örneğin Amerika topraklarında doğan herkes Amerikalıdır. İkincisi Almanya ve birçok Asya ülkesinde olduğu gibi, ırka, dile ve ortak tarihe bağlı demokratik olmayan modeldir. Üçüncüsü ise Fransa örneğidir. Melez olarak tarif edilen bu modelde, ulus devlet siyasal bir kurum olarak ele alınır. Hem toprağa bağlı yurttaşlık, hem de asimilasyoncu milliyetçi temelli vatandaş-yurttaş uzlaşması yaratmaya çalışır. Bu da toprak hukuku ile kan hukuku arasında bir dengedir.  

Genç Türkiye Cumhuriyeti ise bu modellerden ikincisine; ırka, dile, tarihe dayalı bir uluslaşma modeline yönelmişti. Bu ulus modeliyle millet etnik, dilsel, tarihsel hatta dinsel olarak tarif ediliyordu. Oysa Anadolu kozmopolit bir yapıya sahipti. Tek bir millete, dile indirgenmiş ulus devlet tanımı ciddi çelişki ve çatışmaların da habercisiydi. Atatürk’e göre Türk tanımı, kendilerini Türkiye’nin vatandaşı olarak gören bütün etnik ve dini grupları kapsıyordu. Bu tanımlamanın zorlukları bir dönem sonra Kürt isyanları olarak ortaya çıktı. Bu isyanların temel itkisi farklı olmakla birlikte hepsinin ortak noktası yeni kurulan rejime yönelikti.  

Cumhuriyet 100. yılına girerken, yukarıda kısaca özetlemeye çalışılan ulus devlet modelinin gerilim alanları hala devam ediyor. Bunlardan ilkini siyasal İslami çevrelerden gelen itiraz oluşturmaktadır. Siyasal İslamcılar, ulus devlet modellerinin her biçimine karşı konumlanırken, “ümmet” yani din temelli bir devlet toplum örgütlenme öngörüsü içindeler. Kendilerini Osmanlının devamı, Cumhuriyeti ise bir “parantez” olarak görüyorlar. Günümüz dünyasında dini aidiyetler üzerinden kurulacak bir siyasal örgütün -yani devletin- insanlık adına bir gelecek oluşturup oluşturmayacağını tartışmak bile gereksiz. 

İkinci gerilim alanı ise Kürt sorunundan kaynaklanmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki isyanlardan farklı olarak son 40 yıla damgasına vuran ve bir direniş haline dönüşen Kürt sorunudur. Cumhuriyet, bütün tarihi boyunca Kürtleri farklı bir etnik yapı ama “kardeş” olarak tarif edip, asimilasyoncu politikalarla entegre etmeyi amaçlamıştı. Ancak asimilasyona direnenlerin ülke nüfusunun kayda değer bir kesimini oluşturduğu yadsınamaz. Tek dilli, homojenleştirilmiş kültürün egemen olduğu, ülke-ulus inşa etme hedefi peşindeki Cumhuriyet, gelinen aşamada bir gerçekle yüz yüze kalmıştı: Ülkede, Türklükten gayrı, dil ve toprak birliğine sahip ikinci bir unsur mevcuttu. Onlarca yılın sonrasında dahi bu talep diri halde ortada duruyordu. Devletin ve bütün hükümetlerin, Kürt sorununu güvenlikçi politikalarla üstesinden gelineceğini sanıp “terörle” eşitleme çabası, günümüze kadar hiçbir sonuç vermediği gibi, giderek derinleşmesine neden olmuştur.  

Üçüncü gerilim alanı ise burjuva liberal çevrelerden geliyor. Bu çevrelerin eleştirileri, kendilerini devletin ekonomiye müdahalesi karşısında konumlandırıyorlar. Son yıllarda neo liberal politikaların Dünya’da ve Türkiye’de nasıl yıkıcı felaketlere yol açtığını gördük. Sonuçlarını ise derin bir eşitsizlik olarak yaşıyoruz.         

DEMOKRATİK CUMHURİYET 

Kurucu kadrolar yeni bir toplumsal düzenin kurulmasında özellikle üst yapının şekillendirilmesinde oldukça radikaldiler. Ümmetten millete geçiş, laiklik ve halkçılık gibi siyasal üst yapıda devrimci anlayış egemen olmasına rağmen, ekonomik altyapıda tutucu yaklaşım benimsenmişti. Feodal yapıların tasfiyesi sürece bırakıldı.  Kapitalizmi tepeden yerleştirmek için milli burjuva yaratma hamlesi bağımsızlığın en temel adımı olarak görülüyordu. Milli burjuvazinin gelişimi, emperyalizmden kopuşu ve kendi iç dinamiklerine dayalı bir süreç gerektirir.  Ancak gördük ki kapitalizmin emperyalizm aşamasında “millî burjuvazi”  sadece kendi halkını sömürerek kapitalist birikimi gerçekleştiremez. Böyle olduğu içindir ki “yerli burjuvazi”nin çıkarı emperyalizme boyun eğmekten geçer. Emperyalizmin tekrar Türkiye’ye dönüşü ise 1950’den sonra olur. Stratejik olmasının yanında ekonomik gerekçelere dayanan bu geriye gidiş, emperyalizme bağımlı yerli işbirlikçi burjuvaziyi ortaya çıkardı. Yarı sömürgeciliğe karşı verilen kurtuluş savaşı cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte başarıya ulaşıp bağımsızlık yolunu açmış, ancak 30 yıl sonra bu kez yeni sömürgeciliğe kapı aralamıştı.  

1923’lerin Cumhuriyet rejimi, tarihsel ve toplumsal evrim açısından ileri bir aşamadır ve kazanımları küçümsenemez.  Ancak günümüz dünyasında demokrasiyi içermeyen bir cumhuriyet fikrinin çok fazla anlamı yoktur. Kuruluşu üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen demokratik devrimini tamamlayamamış bir ülke olmakla birlikte, emperyalizme bağımlılık ilişkileri açısından başlangıcın oldukça da gerisindeyiz. Üstelik cumhuriyet, yeni siyasal İslamcı rejim tarafından bütünüyle yıkılmayla karşı karşıyadır.  

Bugün yapmamız gereken, Cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenip daha ileri taşıyabilecek ve cumhuriyete demokratik bir karakter kazandıracak bir mücadele programını oluşturmaktır. Böylesi bir programın ilk adımı, Cumhuriyeti bütünüyle tasfiye etme yönelimi içinde olan mevcut faşist rejimin yıkılması olacaktır. Bunu ancak laikliğe, demokrasiye, eşitliğe ve Türkiye’nin daha özgür yaşanabilir bir ülke olması gerektiğine inanan; yani ezilen halkların, kadınların, emekçilerin birlikte tasarlayabilecekleri bir kurucu fikirler etrafında oluşturabiliriz.  Bu fikri bir inisiyatife dönüştürerek, cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkıp hem de onu aşan ve bizi sınıfsız sömürüsüz Türkiye’ye götürecek bir adım olarak tasarlamamız gerekmektedir. İşte o zaman bu topraklarda yaşayan etnik, dinsel ve dilsel farklılıkları aşan; ezilenlerin, sömürülenlerin ve yok sayılanların Cumhuriyetini, yani özgür demokratik ve laik bir cumhuriyeti yeniden birlikte kurabiliriz.