Google Play Store
App Store

Türkiye bu yıl sinemanın ülkemizde başlangıcının 100. yılını kutlayacak

Türkiye bu yıl sinemanın ülkemizde başlangıcının 100. yılını kutlayacak. Başlangıç olarak 14 Kasım 1914 seçilmiş, bu tarihte 93 Harbi ya da 1877-78 yılında Osmanlı ile Rusların savaşı vardı, savaşın gerekçeleri de esaslı değildi, görünürdeki her şeyin arkasında başka bir strateji yatıyordu.

Osmanlılar hazırlıksız yakalandılar savaşa, aynı zamanda silah bakımından büyük oranda geriydiler, ordu modern savaş teknikleri için hazırlıklı değildi. Savaş hem Tuna Boylarından başlamıştı, hem de Kars-Ardahan üzerinden doğu cephesinde. Sonuçta Osmanlılar ağır bir yenilgiye uğradılar, Batılı devletlerin müdahalesiyle savaş bittiğinde Rus orduları Ayastefanos’a yani bugünkü Yeşilköy’e kadar gelmişlerdi. Antlaşma maddelerinde, batı cephesinde son geldikleri yerde Rusların bir anıt eser üretmesi de vardı: Rus Abidesi diye tarih kitaplarına geçti.

Bu eser bir yandan ibadethane, bir yandan hayır kurumu, bir yandan da tarihi eser olarak şekillenmişti, ama gelin görün ki Osmanlılara acı veriyordu. Ta ki Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlılar katılana kadar yerinde kaldı, o tarihte tam da Ruslarla karşı cepheden Osmanlılar birinci dünya savaşına katıldılar.

Savaş milliyetçi histeriyi artırmıştı, pek çoklarına göre Osmanlı için bir ölüm kalım savaşıydı. Nihayetinde Osmanlıların Avrupa kıtasının savaşına doğudan ve bu kez kazanan millet olarak katılması amacıyla girilmişti savaşa. Osmanlıların savaşın dışında kalmasını istiyordu Fransızlar ve İngilizler, Osmanlının savaşa girişinin tam tekmilli hikâyesini anlatan eserimiz daha yazılmadı. Çünkü savaş iktidar aygıtının üyeleri tarafından bile idrak edilmeden bir anda Osmanlı’yı da içine almıştı, sonuçta harp ilanı bir oldu bittiyle oldu. Osmanlı’nın savaşa katılması aynı zamanda büyük oranda yıkımını da getirecekti, tarihsel süreç savaşla birlikte büyük oranda hızlanmış, Avrupa’nın göbeğindeki bütün imparatorluklar yıkılmıştı, bazı krallıklar ise rejimin belirleyeni değil, bürokratik aygıtın tepesinde ancak kalacaktı.

Osmanlılar milliyetçi histeriyi daha da artırmak için bu abideyi törenle yıkmaya karar verdiler, hatta bu törenin bile organize bir hazırlık olmadan yapıldığı ve yıkım girişiminin başarısız olduğu ve uzun süreye yazıldığı anlatılır. Eserin ahşap kısımları kolaylıkla yıkılmış, çünkü doğrudan ateşe verilmiştir, taş kısımlarının yıkılması günlerce sürmüştü. İşte bu plansız programsız yıkım denemesi bir Avusturya şirketi tarafından filme alınacaktı. O sırada orduda bir yedek subay olan Fuat Uzkınay, halkın isteği üzerine, böyle bir filmi ancak bir Türk’ün çekmesi gerektiği inancıyla kamera arkasına geçti.

Hatta Uzkınay’ın makineyi kullanmayı bilmediği ve şirketin operatörleri tarafından orada bir süre makine anlatıldıktan sonra çekim yapabildiği de hikâyenin bir parçasıdır. Daha sonra bu film Almanya ziyaretinde gördüklerinden etkilenen, gerek halk nezdinde gerekse ordu içinde sinemanın kullanılmasının örneklerine şahit olan maceracı Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın direktifiyle kurulan Ordu Foto Film Merkezi’nin arşivine alınır. Başına da bir Leh Yahudisi olan Weinberg ve Uzkınay getirilir, bir süre sonra onun da kimliği dikkate alınarak Weinberg’te Ordu Foto Film Merkezi’nden uzaklaştırılır. Ordu Foto Film Merkezi o dönem aslında ekili bir kurum oldu, çünkü zaman içinde savaşın seyrine paralel biçimde bu kurum tasfiye olmak yerine, art arda yarı-sivil ve savaş malullerine yardım amacıyla kurulan değişik kurumlara dönüştürüldü: Tasfiye edilmedi. Sonuçta hem savaş sırasında, hem de İstiklal Savaşı yıllarında çekimler yaptılar, bunlar daha sonra 1930’lu yıllarda belgesellere dönüştürüldü: Türk İnkılabında Terakki Hamleleri adı verildi bu belgesellere. Belgeselin kurgusunu da Ester Şub adlı bir Sovyet kadın yapmıştı, ki zaten o yıllarda Batılı ülkelerde, ABD’de de büyük oranda kurgu işlerini kadınlar yapıyordu.

Şimdi Yeşilköy’deki bu abidenin yıkılışı Türkiye’de sinemanın başlangıcı olarak kabul ediliyor. Gerek Giovanni’nin gerekse Nijat Özön’ün konuşmaları ve yazılarına bakılırsa, başlangıç filmi ve bunun ilk Türk filmi olarak kabul edilmesi ancak ve ancak 1980’li yıllarda sembol arayanlarca icat edilmiş, tarihsel bir gerçeklikten ziyade “manipüle edilerek üretilmiş” sembolik bir tarih.

Sinemacılarımız arasında da bu konuşulmuştur, ne yazık ki sonuçlandırılmadan ve kamusal bir tartışmaya dönüşmeden yapılan bu girişimlerin esamesi okunmadı ve sinemamız artık bu yıl 100. yılını kutluyor. Hatta uluslararası film festivallerinde de, örneğin Berlin ve Cannes’da 100. yıl dile getirildi ve bu festivallere daha çok “torpillenmiş” film katıldı. Kış Uykusu’nun palmiye konuşmasında da geçti. Artık 14 Kasım 1914 yerleşmiş gibi görünüyor; ama trajik hikâye de burada başlıyor, sözü edilen film kayıp bugün. Çekildi mi çekilmedi mi tartışması bir hayli kuru gürültü şeklinde sürdü, sonuçta artık sinemayı millileştirme ve sembolleştirme çabası başarılı oldu. Nedense biz de sanatsal kurumsallaşma ve toplumla sanatın bütünleşmesi çabaları değil de, özenle semboller üzerinden geçiştirme şeklinde çabalar hep öne çıkar. Ama sinema gibi sivil ve halkın kitlesel katılımını gerektiren bir sanat dalında bile, askeri ve savaş dolu bir başlangıç üretmek tarihimizin ilginç özelliklerinden birisidir, bu ülke hiçbir zaman sivil olmadı ve siyasi iktidar en millete dair özelliklerde bile kendi dediğini topluma dayattı ve millete kabul ettirdi.