Art arda yapılan filmler, gişe bekleyen onlarca film, en iddialı filmlerin bile düşük gişe hâsılatları? Bütün bunların

Art arda yapılan filmler, gişe bekleyen onlarca film, en iddialı filmlerin bile düşük gişe hâsılatları?
Bütün bunların sonucunda sezonun başında 80 film gösterime çıkacak haberleri, üretimin arttığı söylemleri, iddialı bir dizi film, 40 civarında yönetmenin ilk filmlerini yapması, uluslar arası ödüllerdeki büyük artış… Parlak bir sezon söylemi erken söndü, çünkü üretimdeki patlayış genel olarak nitelikte bir artışla sonuçlanmadı. Dahası gişede parlak gitmedi. Sinema eleştirisi için ise: çoktan ölmüş ağlayanı yok. Bu ortamda Türkiye’de sinema konusunda büyük umutların çoğu hayal kırıklığına dönüştü. İlk film sayısındaki patlama bir daha film yapmayan tek filmli yönetmen sayısını da patlatabilir. Dahası bundan sonra yıllarca borç ödemek durumunda da kalabilirler. Ama birde bunların ötesinde olanlar var: Türkiye’de çok ciddi sayıda kurmaca ya da belgesel var ki, bunlar stüdyolarda kalıyor. Bir tür ameliyat masasından kalkamayan hastalar gibi. Borçlarını ödeyemiyorlar ya da ticari olarak bir umut görmüyorlar ve post-prodüksiyon aşamasında borçlarla birlikte bırakılıyorlar. Sinemanın insanların hayallerini, düşlerini anlatması için en etkili sanatsal ifade araçlarından birisi olduğu düşünülür, gerçek sinemacıların hikâyeleri anlatılsa, aslında yaşanan düş kırıklıkları çoğunlukla aşırı-dramatik öykülere dönüşür.
Özellikle 1990’lı yıllarda sinemada gişelerin büyümesi, ulusal filmlere gösterilen ilgideki büyük artış, uluslar arası bir dizi ödüllerin alması nedeniyle 2000’li yıllarda –elbette ki sinema eğitimi veren kurumların sayısındaki patlamanın da yardımıyla- genç kuşak için ideal mesleklerden birisine dönüştürdü sinemayı. Herkes bir ucundan işe dâhil olmayı, parayı, ünü ve sanatçı unvanlarını almayı umut ediyor. Dizilerin bütçeleri ve toplam piyasa değeri hızla artıyor.
Bu arada diziler için özellikle Ortadoğu pazarı iştah kabartıyor. Ama sektöre o kadar çok ‘eğitimli’ insan giriyor ki, sinema gerçek anlamda emek-yoğun saat ücreti düşük ve sosyal güvencesiz işlerden birisine dönüşüyor. Sinema genel olarak itibar kaybediyor ve üstelik sinema Yeşilçam’ın üretimdeki anarşisini 2000’li yıllardan itibaren üretim alanında yeniden doğuruyor.
İlk kaybedilen ise üretim ahlakı oluyor. Anarşik üretim tarzı, kuralların her an yerle bir edilebilir hale getirilmesi, insanların bir çıkış yapabilmek için herkesi kullanma isteği derken, işin sanat boyutu ve ahlakı arka planda kalırken, her türlü bedele karşın ille de çıkış yapmak bir tür tevessül kaynağına dönüşüyor. Gösterime girmesiyle çıkmasıyla bir olan filmler, gişesi kopya parasını zor çıkaran filmler, altı günde çekilen diziler, günde 16 saat çalışılan filmler/diziler derken sektörde ayakta kalmanın kendisi bile bir başarı haline geliyor.
Bu arada özellikle Yeni Dünya Düzeniyle birlikte her türlü emekçi örgütlenmesi ve sosyal hakların törpülenmesi global bir hedef haline geldiği için ‘her koyun kendi bacağından asılıyor’, bunun için yapılması gereken temel şey ise insanları koyuna dönüştürmek. Koyunlaştırmanın ilk basamağı sektörde çalışanlardan başlıyor, ardından seyircilerle devam ediyor. Çünkü acı gerçeğimiz şudur: inanılmaz sayıda artan dizilere, patladığı söylenilen sinema filmlerine baktığımızda ulusal meselelerimiz –buna yerel ayak diyelim- ve dünya meseleleri –buna da evrensel- ne beyazperdeye ne de cam ekrana büyük bir çeşitlilik göstererek yansımıyor. Yapılan şeylerin büyük bölümü aptalca konulardan seçiliyor, yapılanların büyük bölümü aşırı sathi ve abes konular üzerinde toplanması asıl büyük ortak paydayı oluşturuyor. Geriye çok düşük bir düzeyde sınırlı film kalıyor: gerçekten farklı şeyleri anlatmaya çalışan, derdi ya da meramı olan filmler aşırı azınlıkta kalmaları yetmezmiş gibi, bunların toplumsal etkisi de çok sınırlı oluyor. Ortalamacılık, tekrar, apartmacılık, re-makeler eğer üretimin temel paydası haline gelirse, tutan bir şey bir seriale dönüşerek insanları bezdirene kadar devam ettiriliyorsa, orada tükenmeden söz edilebilir, üretimin serpilip gelişmesinden değil.
Bu açıdan 2009–10 gösterim sezonu büyük bir atılımın değil, kuralsızlığın ve büyük yenilgilerin sezonu olarak tarihe geçmeye aday. Sosyolojik olarak sinemamıza baktığımızda, genel olarak Yeşilçam’ın şu üretim düsturu bugün için de geçerlidir: senarist ve yönetmen gerçekten bilmedikleri ilişkiler, gerçekte vakıf olmadıkları toplumsal bağlamlar, gerçekte dert etmedikleri hikâyeler üzerine filmler yapıyorlar. Sonuç olarak sathilik ve meramsızlık perdede üzerlerinden akıyor. Bunların dışında kalan azınlık ise, aynı zamanda toplumsal ilginin ve tartışma eksenlerinin de dışında kalıyor. Meramlılık ve derinlik bir tür yalıtılma ile sonuçlanıyor. Doğu ile batı arasındaki en önemli farklılık giderek belirsizleşiyor: batılı dünyada belki yarım yüzyıldır anlatılan hikâyeler toplumu derinden etkilemiyor. İnsanlar sinemaya yalnızca film seyrettiklerini düşünüyorlar ve bir ‘hayali hikâye’ olarak kodluyorlar eserleri.
Sonuç olarak büyük bir inandırıcılık sorunu ortaya çıkıyor, aynı zamanda izleyici üzerinde derin tesirler yaratma yetisini yitiriyor sanat eserleri. Bizim gibi Doğulular arasında ise, anlatılanın insanın içine işlemesi gerekir: ama aşırı yapıntılılık, sanat eserlerinin giderek gerçeklikten uzaklaşması belki de sanatın en önemli güç kaynağını kaybetmesine neden oluyor. Meramı olmayan insanın sanat ya da sinema yapması hakikaten hayıflanılacak bir durum: sonuç sanat için öldürücü olabilecek sahtekârlığa ve tüccarlığa dönüşmek oluyor.