Son beş  yıldır ulusal filmlerin gişesi toplam hâsılatın % 50’sini geçiyordu. Bu yıl gösterim sezonu açılmadan ise girmeye hazırlanan filmlerin

Son beş  yıldır ulusal filmlerin gişesi toplam hâsılatın % 50’sini geçiyordu. Bu yıl gösterim sezonu açılmadan ise girmeye hazırlanan filmlerin rekor seviyede artarak 80’e yaklaştığı söyleniyordu. Hatta Antalya Film Festivalinde ulusal yarışmaya 40’tan fazla film başvurması bile rekor olarak addedilmişti.
Krize rağmen yapılan filmlerin sayısında ciddi bir artış olduğu doğru. Ama ne yazık ki sinema alanında kriz bize hiç de teğet geçmedi. Derinden vurdu bile denebilir. Bu yıl Hollywood filmleri Türkiye’de gişede birinci olacak gibi görünüyor. Art arda “iddiacı” filmlerimizin hâsılatı beklenenden düşük çıkıyor. Büyük iş yaptığı söylenilen filmler bile iki buçuk milyonu zorlayamıyor. Bilet fiyatları gerçekten insanlara çok pahalı geliyor. Sektörün en karlı alanı gösterişli bir mekânda sinema açmaya dönüşüyor.
Çok iddialı olan Yahşi Batı üçüncü haftasında sezonu kapatmak üzere: 2 milyon seyirci ve yaklaşık 9 lira ortalama bilet ücretiyle. Beşinci haftasında olan, nispeten çok daha merkezi salonlarda ve yaklaşık 11 lira ortalama bilet ücretli Avatar ise hala dolu salonlarda gösteriliyor. Yahşi Batı 400000 bin daha fazla bilet satmış olmasına rağmen, hasılatları birbirine yakın, Cem Yılmaz 370 kopyayla ve yaklaşık olarak bunun iki katı salonda gösterilmiş, Avatar ise 125 kopyayla yaklaşık 150 salonda gösteriliyor. Genelde çok iş yapan filmler içinde her hafta ilk 10’a baktığınızda açıkça Hollywood filmlerinin üstünlüğü var. Bunun yanı sıra eğer büyük gazeteleri tararsanız haber ve yorum bakımından Hollywood’un açık üstünlüğü var. Türkiye’de gişede açıkça Hollywood ile ulusal sinemamız çekişiyor. Dünyanın geri kalanı yok denecek kadar arka planlarda. Pazarın % 10’u bile etmiyorlar.
Bunun iktisadi anlamı şu oluyor: Cumhuriyet’in kuruluşundan beridir denebilir, birinci vizyon gösteren ve kentlerin merkezlerinde yer alan, toplumun burjuva kesimlerinden beslenen salonlarda Hollywood filmleri gösteriliyor. Bu salonlar daha gösterişli, daha eğitimli bir kesim gidiyor, daha pahalı biletler satılıyor: bir anlamda sinemamızın iktisadi açısından kalbi denebilecek salonlar. Yerli filmler ise daha çok Anadolu’da öne çıkıyordu ya da büyük kentlerin varoşlarında. İşte bu denklemin bizzat kendisi bir ulusal meseledir, bizzat bu nedenlerle bile ulusal sinemanın desteklenmesi ve kültürel hayatımızın merkezi olarak düzenlenmesi gerekir. Kültürün maddi üretim koşulları ve altyapısının hazırlanması bir zamanlar başta UNESCO olmak üzere Üçüncü Dünyanın büyük tartışma alanlarından birisiydi. Bugün genel olarak kültür bir gerileme yaşarken Hollywood’un egemenliği, kendi gündemini dayatması, belirli bir dünya görüşünün taşıyıcısı olması gibi özelliklerde gücü artarken, bunlara karşı gösterilen tepkilerde büyük bir gerileme var.
Ulusal sinemanın büyük çıkışı değil, hatta ciddi bir gerilemesi var denebilir: iki anlamda. Birincisi sanat filmleri dediğimiz filmlerin gişesi şaşırtıcı boyutlarda düşüyor. İkincisi ise ticari filmler ya Amerikan filmlerine özeniyor ya da aşırı sulu sepken oluyor. Bunları birleştirdiğimizde dünyada ses getiren Türkiye Sineması söylemi, artık ülkemizde ulusal gündem bile oluşturamıyor, giderek iktisadi olarak üretim koşulları daha da riskli, genel olarak toplumun marjlarında kalmaya mahkûm.
Bu süreç  bir kez daha 1960’larda direnen her kesimin savunduğu şu düşüncenin ne kadar haklı ve meşru olduğunu gösteriyor: kültür ve sanat dünyası piyasaya bırakılamayacak kadar önemli ve derin konular. Piyasa ve siyasi ilişkiler birleşerek dünyanın geri kalanını tek taraflı olarak ABD’nin uydusuna dönüştürüyor. Kültür ve sanat alanındaki bu merkezileşme ve tekleşmenin doğrudan sonucu olarak bütün toplumlarda çok köklü olarak dekadans ve kültürel yozlaşma olarak sonuçlanıyor. Bunun her ikisi ise daha sonraki dönemlerde toplumsal parçalanma, insan ilişkilerinde iletişimsizlik, gerginlikler ve farklı biçimlerde şiddet, demokrasi anlamında aşırı merkezileşme ve toplumun hiçbir siyasi ve kültürel faaliyete kitlesel olarak katılmaması ya da tam tersi olarak sıradanlaşarak en basit ve insani olmayan biçimlerde farklı olanları bastırmak için harekete geçmesi. Dolayısıyla kültürel yıkım dediğimiz olayın en tipik sonucu aslında toplumu bir araya getirecek, ona kimlik kazandıracak vasıflarını yitirmesi anlamına geliyor. Dikkat ederseniz, özellikle Hollywood’un en çok iş yapan filmleri yaklaşık olarak 5 ile 30 yaş arasında olan iki kuşağı kapsayacak şekilde etkisini gösteriyor. Örneğin bugün çocuklar nezdinde seyirciye seslenen bir sinemamız hiç yok ülkemizde. Bunların hepsi doğrudan Hollywood’un müşterisi konumunda. Gençlerin genel eğilimleri içinde ise ya Hollywood ya da Hollywood’umsu filmler öne çıkıyor. Geriye ise Kıskanmak 25 bin gişe yaparken, Amerika’nın arabalarına düşkün, filmlerine özenen Yahşi Batı meraklısı ve onların esprilerinden bir hayli beslenmiş filmlerimiz ise buradan oradakine benzeşerek onlarla gişe mücadelesi yapıyor. İkisinde de bir ulusal gündem ve ulusal kültürün derin izleri yok. Şimdi 1960’larda sinemalarda Kovboy filmlerini seyreden, 1970’lerde televizyonda sürekli kovboy filmleri ve dizileri seyreden gençlerin atılan tohumlarının bugünkü karşılığı bilinçdışından fırlamış bir şekilde Yahşi Batı üretimine ve hastalarına dönüşüyor. Yarın öbür gün başka versiyonları çıkacak karşımıza. Bağımlılık denen ve aynı zamanda kendini reddedip ötekine özenme dediğimiz sürecin doğrudan sonucu: bir tür psikiyatrik vaka yani, depersonalizasyon deniyor.