Türkiye’de tatil yapan İngiliz turistlerde salmonella bakterisi çıktı. Ardından arkadaşımı ishalden kaybettim. Bu yüzyılda yemeklerden ya da musluk suyundan bir insanın hastalanması ve ölümü olacak bir iş değil.

Yaz, ishal ve olmayacak işler
Fotoğraf: İHA

Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol - @esenol

Temmuz sıcaklarında olunabilecek en iyi yer Ankara’dır diye düşünürüm. Yaz bir yandan düzeltilecek yazılar, düzenlenecek ders notları için en iyi zaman bir yandan da dışarıda besin tüketmekten özenle kaçındığım ve evimde yemeyi tercih ettiğim mevsimdir. İshal ve kusma ile seyreden “ besin kaynaklı” hastalıklar, temiz su ve güvenli gıdaya erişimin yetersiz olduğu az gelişmiş ülke ve bölgelerde hala milyonlarca kişiyi hastalandırıp özellikle de bebekler olmak üzere yüzbinlerce kişinin ölümüne yol açmaktadır. Gelişmiş ülkelerde ishal, gelişmemiş bölgelere seyahat edeceklerin bir de bebeklerin sorunudur ki, artık bebeklerde öldürücü ishal nedeni olabilen rotavirüse karşı da aşı ile korunulmaktadır. 

Cebeci’de tifo ile tanıştım 

Dört yanı Dubai benzeri ihtişamlı, yüksek yapılarla, yolları lüks otomobillerle bezeli Türkiye‘de insan neden özellikle dışarıda yemekten kaçınır meselesine gelince… Tıp Fakültesi dördüncü sınıfta fakültenin olduğu Cebeci semtinin arka sokaklarında bir kahvehanede, herkesin iştahla yediği ekmek arası köfteye özenip yiyince tifo ile tanışmıştım. 

O zamanlar eve gelen “sıhhiyeci” olduğu söylenilen bir kişi, zannederim emekli sağlık memuruydu, teneke bir kapta kaynattığı kocaman iğnelerle her gün olmak üzere çok canımı yakan iğnelerden yapıyordu. Günlerce ateşler içinde yanmıştım. Karnım davul gibi şişmişti. Türkiye, hayvan hastalıkları ile mücadele ve gıda güvenliğinde kontrolü yeterince sağlayamadı hiçbir zaman. Ama son zamanlarda bulduğunu yiyecek duruma düşüren yoksulluk, denetimsizlik ve gıda servisinde çalışanların bireysel hijyen koşulları, deniz kirliliği, iklim krizi ile gıda hatta şebeke sularının güvenilirliği ciddi boyutta endişe verici hale geldi. Dışarıda özellikle toplu gıda hazırlanılan otel, yemekhane, kamp koşullarında hazırlanılan besinlerin tüketilmesi, besin yoluyla bulaşan çoğunlukla hayvan bazen de insandan kaynaklı besin zehirlenmesi riskini özellikle de yaz mevsiminde artıyor. Ama bu ihtişama bezenen ülkedeki olmayacak işlerden biraz daha dem vurayım. 

İki şarbon tanısı 

Ankara nöbetime kısa bir fasıla vermezden önce hastaneye kabul edilen iki hasta şarbon tanısı aldı. İkisi de Ankara’nın yakın köylerinden başvurmuştu. Biri kurban bayramı nedeniyle kendi beslediği hayvanı kesmiş, diğeri de komşusunun sattığı hayvanın etiyle temas nedeniyle hastalanmıştı. Eti pişirmeden tüketmiş olsa ölme ihtimali yüksekti.  

Asistanlığımın ilk yıllarında, henüz kurulmuş olan Gazi Tıp Fakültesi kampüsü, Gölbaşı’nda idi. Sabah çok erken kalkan ve akşamüzeri de en son 17.00’de kalkan servisler dışında erişimi zor bir yerdi. Bir akşamüstü şehre inen son servise doğru yürürken, peş peşe ambulansların geldiğini ve bizim servise yöneldiğini gördüm. O zamanlar cep telefonları çok yaygın değildi, eve gidersem hastaneye tekrar ulaşımım çok güç olurdu. Çaresiz geri döndüm. 

Ambülanslar kapasitenin üzerinde doldurulmuş, her kapısından üçer, beşer insan iniyordu. Eşek ile dolaşarak çok ucuza sucuk satan bir seyyar satıcı, hastalanıp ölen bir hayvanın etini satmış ve yiyen herkes paratifo olmuştu. Durumları ağır olan 42 kişiyi servisteki 15 yatağa, aynı aileden olanları koyun koyuna yatırdık. 

Tabii tüm bu anlattıklarımı milattan önce zannedenler olacaktır, tarih 1988, olay yeri Ankara, Gölbaşı semtiydi. En ilginç yanı ise hasta örneklerinden ürettiğimiz mikrop, tifo ve paratifo tedavisinde kullanılacak “altın standart” olarak tanımlanan tüm ilaçlara dirençliydi. Yalnızca yeni bir ilaç olan kinolon grubuna duyarlıydı ki, o ilaç Türkiye’de yoktu. Tedavisiz bırakmanın ölümcül olabileceği hastalar vardı. Tabir yerindeyse dağları delip ilacı getirtip, ilk günler içinde uygulamayı başardık.  

Beni çok yoran gecelerce nöbette bırakan o sürecin sonunda, mikrobun antibiyotiklere bu denli dirençli olması dikkate değer bulunduğu için yayın değeri önemli bir makale yayınladım. 1988 yılında yazdığım o makalede “ aslında az gelişmiş, sağlık alt yapısı bozuk ülkelerin sorunu” cümlelerini kullanmışım. Gıda yoluyla bulaşan çok sayıda hastalık “TEK SAĞLIK” yani hayvan, çevre, insan sağlığında ilgili disiplinlerin düzgün ve istikrarlı şekilde bir arada çalışmasını gerektirir. Besin yoluyla bulaşan, brusella, hepatit A ve E, dizanteri, tifo gibi hastalıkların yükü de bu sistemin olmadığını ya da işlemediğini gösterir. 

Bu şu demektir, sağlığınızdan sorumlu olması gereken kuruluşların ihmalleri ya da liyakat sorunları nedeniyle, kaynağını bilmeden tükettiğiniz her şey, en basit olarak günlerinizi zehir eden ishal ve ateşe yol açar. Ama ishal ile seyreden hastalıklar özellikle kanser hastaları, yaşlılar, bebek ve gebede ölümcül olabilir. Hatta bazen de eklem iltihabı, beyin ve sinir hasarı ve böbrek yetmezliği gibi uzun vadeli sağlık sorununa yol açabilir. Güvenli gıda tüm dünyada zaman zaman sorun olmakla birlikte gelişmişlik kriterlerine uygun hiçbir ülkede sokakta besin tüketmek bizde olduğu sıklıkta ve tifo, şarbon türünden hastalıklarla karşılaşmak riski taşımaz. 

Salmonella şikâyetleri 

Temmuz ayında ülkenin salgın hastalık karnesine ilişkin bir not daha düştü önümüze. Birleşik Krallık vatandaşları turizmde sınırsız hizmet, açık hava bol gıda nedeniyle ülkemizi seçiyor. Ama haberde Türkiye’ye turist olarak gelen yüzlerce vatandaşta saptanan Salmonella bakterisi nedeniyle, otel ve turizm şirketlerine dava açıldığı yazıyordu. Yanmadan kalabilmiş ormanları da keserek açık havayı dahi bitirmeye çalıştıkları bugünlerde şanlı turizm gelirlerinden de olunacak gibi. 

1987’de asistan olarak başladığım enfeksiyon uzmanlığımın ilk zamanlarında, ülkenin sağlıkta yakaladıklarını, yaptıklarını idame ettirmeyi başaran bir sağlık sistemini evrensel olan ile koşut hale getirmeye çabalıyorduk. Ama bir süreliğine yukarıya ivme yakalayan grafik çizgisi son yıllarda iyice hızlanan bir ivmeyle aşağıya doğru seyrediyor. 

Öyle ki kendi kısa tatilim için Ankara’dan henüz yola çıkmışken,  iki kez kanseri atlatan bir yakın arkadaşımın, benim de çocukluktan itibaren yazlıkçı olarak bulunduğum Burhaniye/Denetko’da kalırken ishal nedeniyle öldüğü haberi telefonuma düşüyor. Onu böylesi önlenebilir, olmayacak bir nedenden kaybetmiş olmak yalnızca canımı yakmıyor, bu işin sonunun iyi olmadığı endişesiyle beynim yanıyor. 

Son yıllarda Edremit körfezinde yaşayanlar, belediyelerin sorumluluğu ve Çevre Bakanlığı’nın gözetiminde, denizlere salınan kanalizasyonun kesif kokusundan yakınıyorlardı. Bu yüzyılda insanların sokakta hatta lüks otel açık büfelerinde yedikleri yemekler, musluklardan akan sular, ferahlamak için girilen denizler yüzünden yakalandıkları hastalıklar ve hatta ishal nedeniyle ölümleri başımıza gelenlerin nasıl olmayacak işler olduğunun göstergesi.