Sinemamızın yakın dönemini incelediğimizde bugün görüyoruz ki

Sinemamızın yakın dönemini incelediğimizde bugün görüyoruz ki artık üçüncü kuşak sinemaya adımlarını atıyor, ilk önce 60’lar, sonra 70’ler, bugün artık 80’le diyebiliriz, yani tevellüt açısından.
Dikkatimi çekiyor, 60’lardaki yönetmenler otuzlarında ilk filmlerini yaptılar, üstelik film yaptıklarında sinemamız tarihinin en ağır iktisadi bunalımlarını yaşıyordu. Düşünün bir kere, 10 Yönetmen 10 Film Projesi aşırı bir basın mevzusu haline geldiği halde, sinemada 5.000 seyirciyi bile göremedi. Uluslararası festivaller giderek unutulan bir mevzua dönüşmüştü. Sonra yeni yönetmenler her biri kendi senaryosunu yazarak geldiğinde, tamamen farklı konulara eğildiler. Bunu da bir gelenek haline getirdiler, sürekli kendi senaryolarını yazdılar. Neredeyse diziler dışında, sinemamızda senaryoculuk diye bir meslek kalmadı. Kimi iniş ve çıkışlarla birlikte bir kariyeri inşa ettiler, sinemamızın asıl temsilcileri oldular, gerek konuları gerekse dramaturjileri Yeşilçam’la o kadar farklıydılar ki resmen dışlandılar, hatta bu yönetmenlere karşı küçümseyici bir söylem yaygın olarak görüldü sektörün eskileri tarafından.

İkinci kuşak film yapmaya başladığında filmlerin konuları bir kez daha değişime uğradı, daha aktif daha mücadeleci, direnişin tarihine sempati duyan bir yaklaşım öne çıktı, 2000’lerde film yapıyorlardı ve 1990’ları bir tür direniş hareketleri içinde geçirmişlerdi. Bu kuşak da önemli oranda kendilerini kabul ettirdiler, ama ne yazık ki genel bir eğilim olarak belirli sorunlarla yüz yüzeydiler, sinemalarında yönetmenlikten daha çok senaryo aşamasında sorunlar yaşadılar. Ben biraz da Sırrı Süreyya Önder’in konumunu buna bağlarım, bir senaryo yazdı ve ortak bir yönetmenle çekti, bir başka senaryo yazdı başka bir yönetmen çekti, çeşitli önemli senaryolar yazdı, ama bunlar henüz çekilmedi. Bunların yanı sıra senaryo aşamasında Sırrı Süreyya Önder, Yavuz Turgul’dan Çağan Irmak’a, hatta genç yönetmenlere kadar pek çok ismin senaryo babında akıl danıştığı birisi oldu. Dolayısıyla kendi filmlerinin çok ötesinde sinemacı olarak kabul edildi, çünkü sağlam bir dramaturjisi vardı.

Bizdeki filmlerin genel özellikleri açısından ele alınırsa, senaryolar çıkış noktalarını büyük oranda kaybediyor, film içinde yolunu kaybetmenin izleri açıkça görülüyor, dramaturjik hataların yanı sıra, karakterlerin derinliklerinde sorunlar yaşanıyor. Filmlerin konuları ise bir başka problem.

Sinemamız senaryo aşamasında; taşı gediğine oturtma kolaycılığından ve senaryoyu buna indirgeme yüzeyselliğinden kurtuldu, bu bir gelişmedir, ama nesnel ile öznel arasında gezinme süreçlerinde büyük sorunlar yaşıyor, hikâyeyi aşan anlatılar kurmakta zorlanıyor, kıssadan hisse vermeyi filmin hikâyesi içinde değil de seyircinin zihninde yaratmakta yetersiz, elbette en büyük sorunlardan birisi de diyaloglarda yaşanan sıkıntılar.

SİNEMAMIZDA METİN İLE YÖNETMENİN AYIRT EDİCİ SANATÇILAR

Tam yerine geldik, yeni kuşak içinde diyalog yazımında en iyisi olan İnan Temelkuran bu konuda ayrı bir yere sahip olsa da, ikinci kuşağın filmlerinin büyük bölümü diyaloglarda yaşanan sıkıntılardan muzdarip. Bu açıdan Yeşilçam’dan Yeni Sinemanın en büyük farkı da karşımızda duruyor, görsel bönlük dönemini aştı yeni sinema, şimdi metin düzeyinde daha önemli sorunlar yaşıyor. Örneğin bir Kazım Öz’ün sineması ve görsel dünyası insanı heyecanlandıracak düzeyde ileri.

Sinemamızın metinsel olarak geriliğinin ya da metnin doğurganlığının yetersizliğinin yanı sıra, bir de görsel alan ile metnin uyumsuzluğu sorunu yaşıyoruz, görsel zenginliği besleyecek kritik diyaloglar olmayınca, kompozisyon dersi alırmış gibi kalıyoruz, metnin dünyası yaşadığımız dünyayı kuşatmada, soyutlaştırmada, duyguları ifade etmede zorluk çekiyor.

Tam da bu anlamda Zeki Demirkubuz’un çok özel seyircisinin anlamı da ortaya çıkıyor, başka hiçbir filmde yaşamadıkları bir duygusal tamlığı yaşıyorlar çünkü.

Ama ne yazık ki senaryo aşamasında gençlerde özel bir kibir de ortaya çıkıyor, eleştiri çok anlamlı olsa bile kendi yazdığında diretip, binbir dereden su getirip kendi yazdığının derinliğine inanmak için kendini zorlayan çok isim var, bu da çok sağlıksız bir durum, yarınlarda kaba bulunmaktan başka bir getirisi de yok.

Artık günümüzde, senaryo zayıf ama ben yönetimle bunun sorunlarını gizleyebilirim demek, sayıklamaktan ötesi anlamına gelmiyor, ama ne yazık ki kendilerini kandıran ama seyirciyi kandıramayan örnekler sinemamızdan eksik olmuyor.

GİŞEDE ÇAKILAN FİLMLARİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ

Bir duygu durumunu yaratmakta zorlanan, belirli bir anlatısal bağlamı inşa etmekte zorlanan, bunun yerine gerçekçilikten uzakta kendi görsel kurmacası ile yeni bir anlatı kurabileceğini düşünen filmler sinemamızdan hiç eksik olmuyor, bu tip filmlerin ekseriyetle 25.000 altı seyircisi olduğu, çoğu durumda 10.000 altı seyirciyle yetinmek durumunda kaldığı söylenebilir.

Metni küçümsemek, kâğıda dökmek yerine her şey benim kafamda demek, gençler arasında çok sık görülüyor, ama aslında kafasında ve anlatı içinde sorunları çözümleyememek ve kâğıt üstünde başa çıkamadığı durumlarda, sorunlara çekim sürecinde yapay çareler üretmek büyük sorunlara gebedir. Motor demeden hesaplaşmayı yaşamak en sağlıklısıdır, hakikaten öteki versiyon büyük oranda emek hırsızlığı anlamına geliyor ya da bir başka deyişle kendiyle yüzleşmekten kaçınma demek bu.

Kâğıt üstünde göremediğin filmi kameranın arkasından da kolayca göremezsin, ikincisi ise zaten kıt koşullarda çekim yaptığın için, çekim süreci yönetmenin çok şeyi denemesine de izin vermeyince, eksiklik birken on oluyor.

Sinemamızın günümüzde en eksik sektör içi alanı bu yüzden senaryo doktorluğu noktasında çıkıyor, sektör ise bunu büyük oranda eş dosta ve diğer sınırlı sayıda yönetmene danışmakla geçiştirmeye çalışıyor, ne yazık.