Yeni Türkiye Sineması: Yabancılaşmış üretim!
İlginçtir, Türkiye’de Bakanlık bütçesinden karşılıksız olarak sinema eserlerine yardım tarihinin başlangıcı Yeni Dünya düzeninin ilan edilmesiyle yaşıttır. Aynı tarih Türkiye’ye Hollywood’un dağıtım şirketleri aracılığıyla doğrudan girmesine, Warner Bros. ve UIP’nin Türkiye’de şubelerini açmasına tanıklık ediyor. Ve süreci tamamlayan ise özellikle Brezilya dizilerinin Türkiye’de tavan yapması ve neredeyse bir hastalık derecesinde Türkiye’de prime time’da birinci olmaları.
Şimdi bu üç olguyu birlikte düşünelim ve zaman içinde neler olduğuna bakalım. 1990’lardaki olguları netleştirelim:
1. Hollywood, Türkiye’de doğrudan dağıtım sürecine başlıyor. 1968’de 3 bin olan sinema salonu sayısı, 300’e düşmüş, küçülme oranı yüzde 90. Hollywood şirketleri, sinema salonlarını tadilata alıyor, sistemi yeniliyor, tüketim tipini değiştiriyor, reklama başlıyor ve sinemayı ayrıcalıklı bir tüketim davranış tipine dönüştürüyor. Artık hedef kitlesi net olarak aile değildir, tam aksine çocuklar ve gençlerdir. Sinema salonları da AVM’nin içine yerleştiriliyor.
2. Bakanlık destekleri başlıyor. Desteklerin özelliği karşılıksız olması. İkinci olarak ise süreci tamamlayan, festivallerin durumu. Festivallerin manevi merkez olmaları ikinci plana düşüyor, istikrarlı biçimde festivallerin maddi özendirici yanı güçlendiriliyor, sanılanın aksine ödülleri belediyeler vermiyor artık, doğrudan Bakanlık karşılıyor. Ayrıca festivallerin sayısı artıyor.
3. Türkiye’de özel televizyonlar açılıyor, art arda dizi yapımları özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlıyor. Bu sürece geçilene kadar ise devreyi Arzu Film’in güldürüleri tamamlıyor, dönemin starı Kemal Sunal. O kadar ilginç ki aynı oyuncunun oynadığı filmler televizyonda neredeyse (şaka gibi!) bin kez prime time’da birinci oluyor. Ondan önce ise televizyonlarda Brezilya dizileri patlaması var, büyük bir reyting patlaması yaşıyorlar, öyle sıradan ev kadınları falan değil, bizim aptallığı ve sonradan görmüşlüğüyle ünlü sosyetemiz de Brezilya dizileri seyrediyor. Sürece dair Yeşilçam’ın en önemli senaristi Bülent Oran’ın yorumu net: Yemeyenin malını yerler!
Bu süreçte, o yılların sinemaya yeni başlayan isimleri, sanat filmi yapacağız diye ortaya çıkıyorlar ve bunların yaptıkları filmlere dair yorumlar ve bunlara ilişkin basında i) söyleşi ile yer verme, ii) filmlerine dair yapılan yorumlarda bir patlama yaşanıyor. Örneğin Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz ile yapılan söyleşiler ve basında haklarında çıkan yorumlar ve haberleri topladığımızda, ikisinin toplamı Lütfi Akad, Yılmaz Güney, Metin Erksan, Halit Refiğ’in toplamından daha fazla. Aynı süreçte, Türkiye’de özel üniversiteler art arda açılıyor ve İletişim Fakülteleri ile Sinema-TV bölümleri –yatırıma ihtiyaç duymadan- açılmaya başlıyor. Sonuç garip: Türkiye’deki toplam iletişim fakültesi öğrencisi sayısı, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın üçünün toplamından daha fazla.
Bu arada Yeni Türkiye Sineması filmlerinin özellikle büyük ödül almış filmlerinin toplam seyircisi neredeyse yalnız ve yalnız Yılmaz Güney’in bir ‘Arkadaş’ filminin seyircisi bile etmiyor.
Çünkü Türkiye’deki yeni sistem, artık sanat filmleri yaptıklarını iddia eden yönetmenlerin seyirciye seslenmek, halka ulaşmak ve halkla doğrudan temas etmek özelliği kalmamış, hatta bunun için çaba da göstermiyorlar, hatta gizliden gizliye vatandaşla artık basın-TV-dijital dünya ile bağları var.
Süreci tamamlayan ise korsan dvd’nin patlaması ve bütün Avrupa’nın en kolay erişim sağlanan Dünya Sinema Tarihi arşivinin Türkiye’de oluşması.
Artık sanatçı ne halka hesap veriyor, ne iktidara karşı dikleniyor, ne halka erişmeye çalışıyor: Bütün bu süreç içinde ise bir yandan Cumhuriyet’e saldırılıyor, öte yandan gericilik büyük güç kazanıyor ve süreci tamamlayan ise korkunç bir şiddetin eşlik ettiği bir “iç savaş” var.
Paradoksal gibi görünüyor ama net, olgular bunu en çıplak haliyle bize sunuyor çünkü:
Yeni Türkiye Sineması “Vatandaş rıza” için üretilmiyor, yabancılaşmıştır ve sanal âlemde ulufe ile yapılan, “olmayan-meydanların kahramanları” ile vitrini süsleyen bir sinema.
Tıpkı 1965 sonrası Brezilya’da darbe sonrasında...
Tıpkı aynı tarihlerde Mısır’da
Devlet destekli, kamu katkısıyla yapılan filmlerin o ülkelerin filmlerini giderek daha çok festival odaklı ve “sanat” maskesiyle ülke dışına yöneltmesi gibi, sinema yabancılaşıyor, bu arada muhalif ve radikal sinemacılar sektörün dışına itiliyor ve sistem yabancılaşıyor.