Yeni Washington Uzlaşması Çin’i tecrit etmeyi amaçlarken; aşırıya giden neoliberal uygulamalara karşı da 2. Dünya Savaşı sonrası gibi Refah Devleti’ne göz kırpan yeniden bölüşümcü politikalara yönelecektir.

Yeni Washington uzlaşması ve dünya
Fotoğaf: Depo Photos

Herhalde ortodoks ekonomi politikalarının böyle pozitif bir tınıyla telaffuz edildiği bir başka ülke yoktur. RTE’nin ekonomi zihniyetinin getirdiği akla ziyan politikalar anlaşılan insanların ortodoks kelimesine bile heyecanla sarılmasına yol açıyor. Ortodoks bilindiği gibi bağnaz, tutucu anlamı taşıyor. Ekonomi bağlamında da; emek kesimine taviz vermeyen, bütçe disiplinine önem atfeden, uluslararası sermayenin taleplerine sıcak yaklaşan, piyasacı, neoliberal uygulamaları akla getiriyor.

NEOLİBERALİZM GÖZDEN DÜŞTÜ

Aslında bugün Türkiye’ye değil, ortodoks politikaların merkezi Washington’un nasıl kendi inşa ettiği neoliberal dünya tasarımından çark ettiğine odaklanacağız. Tarih boyunca küresel hegemonyaya sahip, üretimi en güçlü devletler serbestleşmeden yana oldular. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Britanya bu konumda idi ve liberalizmi en sıkı savunan odaktı. Almanya, ABD ve Japonya ise korumacı politikalarla Britanya ile rekabet gayreti içindeydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD dünyanın hegemonu ve en önde gelen sanayi üreticisi haline geldi. Bu yeni dünya düzenini IMF-Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü’nün o zamanki karşılığı GATT ile kurumsal anlamda teminat altına aldı. Tarihteki önceki örneklerden farklı olarak, Sovyet Bloku’nun karşısında hür dünya diye nitelediği diğer ülkeleri de bu sistemle bütünleşmeye zorladı. Marshall Yardımları, Truman Doktrini ile de bu modele entegrasyonun finansal ayaklarını oluşturdu.

Bugün ise artık Çin’in rekabeti karşısında mutlak bir serbestleşmeden, rekabete dayalı bir ticaret sisteminden geri adım atıyor. 2000 yılında Çin’in dünya ekonomisindeki ağırlığı %3.6 iken, IMF’nin hesabıyla satın alma gücü paritesine göre bugün %18.92’ye yükselmiş durumda. Buna karşın aynı dönemde ABD’nin payı %30.3’ten %15.89’a gerilemiş. Piyasa rakamlarıyla ise ABD 26.85 trilyon dolarlık bir ekonomiye sahipken, Çin bunun %72’si 19.37 trilyon dolarda bulunuyor. Ama tüm trendler Çin’in ABD’yi yakalamakta olduğunu gösteriyor. Kaldı ki ABD ekonomisinin OECD ve G-7 ülkeleri içindeki payı artıyor. Bir anlamda ABD ekonomisi, AB ve Japonya’ya göre daha yavaş geriliyor.

ABD’NİN YENİ AÇILIMI

Yeni dünya diziliminin köşe taşlarını ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan Brookings Enstitüsü’ndeki konuşmasında dizdi. Bu bir anlamda, ABD sermayesinin hegemonyasının nasıl korunacağına ilişkin stratejik bir açılım da kabul edilebilir. Sullivan, “ekonomik durgunluk, politik kutuplaşma ve iklim krizi gibi birbirini besleyen krizler” ortamında bir yeniden yapılanma gündeminin gereğini dile getirdi. “ABD hegemonyasını korumalı, ama bu yeni diziliş mutlak bir egemenlik, buyurganlık anlamında değil, başkalarının istekliliği ve gündem belirleme kapasitesinin bulunması bağlamında olmalı” gereğini vurguladı. Bu ifadenin tercümesi, isteyen arkamdan gelsin, aksi takdirde sonuçlarına katlansın şeklinde de yapılabilir. Sullivan’ın söz konusu konuşmasını Korkut Boratav hocamız köşesine taşıdı ve bu yeni durumu “milliyetçi hegemonya” olarak nitelendirdi. (Korkut Boratav, Neoliberalizm ve Hegemonik Milliyetçilik,sol.org 02.06.2023)

Hatırlanırsa iki yıl önce görevi devralmasından bu yana Biden yönetimi Çin’in teknoloji sektörünü hedef tahtasına oturttu, yarı iletkenlerin ihracatının sıkı kontrol altına alınmasından, çok sayıda Çin şirketinin kara listeye dahil edilmesine kadar çok sayıda hasmane önlem uyguladı. Sullivan ihracat kontrollerinin milli güvenlik kaygısıyla uygulandığını, askeri dengeleri ilgilendiren konularla sınırlı olduğunu, gıda güvenliği ve iklim değişikliği gündemlerinde işbirliğine açık olduklarını söyledi.

Sullivan’ın sunuşunun iç politikaya yönelik boyutları da var. Trump’ın “Önce Amerika” sloganıyla küresel rekabet süreçlerinde işini kaybeden veya konum yitiren mavi yakalıların desteğini almasına karşı da, bir karşı hamle olarak sanayi politikaları açılımını içeriyor.

Aslında Çin’in 2015 yılında sübvansiyonlarla ve kamu işletmeleriyle “Çin malı 2025” başlıklı 10 yıllık bir teknoloji atılımı başlatması ABD’yi harekete geçirdi. ABD işe çelik ve alüminyum sanayilerinde korumacılıkla başladı. Daha sonra CHIPS Yasası ve Enflasyon Azaltma Yasası ile, “reshoring” adı verilen üretimin yarı iletken ve elektrikli araçlarda içeriye taşınması inisiyatiflerini geliştirdi. Bir bakıma yıllar sonra “sanayileşme politikaları” anlayışını benimsedi.

MODERN ARZ YÖNLÜ EKONOMİ

Yeni Washington Uzlaşması’nı analiz eden Marksist iktisatçı Michael Roberts, bu açılımın modern arz yönlü ekonomi olarak adlandırılabileceğini söylüyor. Arz yönlü ekonomi, hükümet müdahaleleri olmaksızın para ve maliye politikalarıyla toplam talebin yönetilebileceğini öne sürer. Şirketler vergi indirimleriyle motive olacak, verimliliği artırıcı hamleler yapacaktır. Emekçilere de yeni istihdam olanaklarıyla bunun meyvelerinden yararlanmak kalacaktır. Yani işçilere akmasa da damlayacaktır.

Modern arz yönlü ekonominin sözcüsü Hazine Bakanı Janet Yellen’a göre, yeni yaklaşım emek arzını, insan sermayesini, kamunun altyapı yatırımlarını, Ar-Ge’yi, sürdürülebilir çevre yatırımlarını önemsiyor. Bu alanlara odaklanmak, ekonomik büyümeyi hızlandırmak ve uzun dönemli yapısal bir sorun olan eşitsizlikleri azaltmak açısından yaşamsal önem taşıyor. İşte bu amaçlara da sanayiye hükümet sübvansiyonlarıyla ulaşılacaktır. Böylelikle gelir ve servet dağılımı bozukluklarının da törpülenmesi sağlanacaktır. (Michael Roberts, Modern supply-side economics and the New Washingthon Consensus )

Özetle, Yeni Washington Uzlaşması bir yandan Çin’i tecrit etmeyi amaçlarken; öte yandan, aşırıya giden neoliberal uygulamalara karşı Amerikan ekonomisinde 2. Dünya Savaşı sonrası Refah Devleti’ne göz kırpan yeniden bölüşümcü politikalara yönelecektir. Yani Türkiye’de kutsanan Ortodoks politikalar dünyada prestijini yitirmekte, artık ABD tarafından dahi savunulamamaktadır.

Yeni Washington Uzlaşması’nda jeopolitik ittifakların oluşturulması da çok önemlidir. Bu konuda AB bile çok istekli davranmıyor, özellikle Fransız Cumhurbaşkanı Macron Pekin’e karşı ABD’nin peşine takılmadıklarını vurguluyor. Avrupa Komisyonu Başkanı Leyen de, Çin’e yönelik kopuş (decoupling) stratejisi yerine riski azaltma (derisking) anlayışının benimsenmesini öneriyor.

Rusya’nın Ukrayna işgali karşısında Hindistan, Brezilya, Suudi Arabistan gibi ülkeleri dahi yaptırımlar konusunda ikna edememesi, ABD’nin “ya bizdensin, ya onlardan” anlayışının, yeni jeopolitik konfigürasyonla öyle kolaylıkla hayata geçirilemeyeceğinin habercisi sayılabilir. Aynı şekilde Çin’in İran ve Suudi Arabistan arasındaki yumuşamaya önayak olması diplomaside yeni gelişmelerin diğer bir yansıması.

IMF’nin Finance and Development dergisinin Haziran 2023 sayısında süper güçler ve dünya ticareti konusunda bir makale kaleme alan Oxford Üniversitesi’nden Ngaire Woods, ABD ile Çin arasında sıkışan ülkelerle bağlantısızlık fikrinin canlandırılması için çağrıda bulunuyor.

Bazı ülkelerin her iki blokla da kolay kopmaz ticari ilişkileri bulunduğunu hatırlattıktan sonra bölgesel ticaret, yatırım ve üretim için bağlantısızlık politikası izlemeleri, bu konuda birbirlerini desteklemeleri gereğinin altını çiziyor. Bağlantısızların büyük güçler karşısında kolektif bir ses yükseltmelerinin, bu güçleri çözüm için çok taraflı süreçlere ve kurumlara davet etmelerinin önemi üzerinde duruyor. (Ngaire Woods, Superpowers Are Forsaking Free Trade. Finance &Development, June 2023)

Çok fazla Türkiye’nin iç politik gündemine hapsolan bizlerin de, dünyadaki tartışmaları bir an önce yakalamamızda, politik ve programatik açılımları bu çerçevede şekillendirmemizde yarar bulunuyor.