Filmin iyi bir Zeki Demirkubuz filmi olmadığını söylemek, eski filmlerin tadına ulaşamadığını savunmak, ne yapsa Avrupa’dan yanıt alamadığından onu başarısız ilan etmek, bir başka yönetmene gönderme yaptığını, hatta filmin alametifarikasının bu olduğunu magazinleştirmek, oradan yola çıkıp biraz da sinir bozucu, o kim sen kimsin pozlarına bürünmek… Bunların hepsini bu filmi seyredip benimle konuşanlarla yaşadım ben, yaşatıldım daha doğrusu, hele öbür yönetmenle karşılaştırma seanslarında ısrarla fikirlerimi sormaları karşısında nasıl da bunaldım: benim için en korkuncu bütün bu tartışmaların içinde ne yazık ki zerre kadar Yeraltından Notlar romanının yer almayışı oldu.

Evet, yukarıdakileri içeren mevzularla film hakkında bana yazan ya da bizzat gelip konuşan insanların bir teki bile roman üzerinden bir tartışmaya girmedi, ne zavallılık.

İkinci olarak, çok az insanı tenzih ederek söylüyorum, genelde olan ise Yeraltı’nın dünyasını incelemek için kendi dünyalarından yola çıkarak bir yüzleşme mekânı gibi kullanmak yerine, aşırı popülerleştirilmiş ve filme de zannımca zararlı olan Nobel/Oscar tartışması, Ankara Sıkıntısı üzerinden konuşmalarla dolu bir ay geride kaldı. Ama belirli sayıda insanlar hem romanla hem de kendi hayatlarından söze başlayarak tartıştılar, o zaman da anlıyoruz zaten Zeki’nin seyircisinin sınırlı olduğunu. İşte bizim tartışma kültürümüz. Ortak eylemlerimizde ve sosyal körlüğümüzde katlettiğimiz sanat eserlerimiz, anlamak, sorgulamak ve farklı bir düzlemde eseri yeniden üretmek yerine, yargıda bulunup hüküm vermek için inanılmaz gayretkeş ve elbette son sözü söyleme isteği, “hepsini geç, burada asıl önemlisi bu, bunu da (hiçbir önemli yanı olmamasına rağmen) ben söylemeliyim histerisi…” Eleştirinin giderek övgü/sövgü sarkacında yargıçlığa soyunması, analitik olanın yadsınması, fikrin kendi gelişim seyrini içermeyen hali… Ulaşılan yargıların aklileştirilmemesi…

Ben yoruldum bu tablodan, yapabileceğim en iyi şey bunun dışında kalmak diyorum kendime ve arkadaşlarıma. 

Bunlar aslında doruk noktasını AKP iktidarında bulan riya aynasından yansıyanların sadece bir bölümü. Artık anlıyoruz ki içinde bulunduğumuz kültürün genel özellikleri bunlar, toplumun yüzde ellisi için ağzına geleni sayan insanlar hiç düşünmüyorlar ki diğer % 50’sinin muhteşem kültürel özellikleri ile ancak tablo tamamlanıyor: bunların hiçbirini zaten bizimkiler “yemez”, onlar işin aslını kerameti kendinde olacak şekilde biliyordur. İşin nesnel boyutu mu? Hadi oradan!

Kendini ötekileştirip, ötekini içinde besleyip büyütmek bütün ağır toplumsal/kültürel bunalım dönemlerinin karakteristiğidir. Ötekiyle durmadan konuşmak ve bilincinde asıl ikileşmeyi yaşayıp, dışsal dünyadan birinci korunacak özellik olarak bu diyalogları saklamak, kendi tezlerinin çıkış noktasını içinde duyumsayıp itinayla bunları değiştirip nesnel bir dille dışa vurmak ve toplum/akıl/ahlak adına konuşuyor havasına bürünmek bizim komünal histerimiz değil midir?

Ondan sonra gelsin, işin aslı muhabbetleri, doruk noktası da “biz adam olmayız”.

Herkesin öne süreceği bir personası, herkesin kendinden kaçacağı bir öteki aynası, herkesin kendine göre ayrı bir mezrusu, ötekine başkası…

Ne güzel değil mi? Yaşayıp gidiyoruz.

Bir yönetmen kendi Yeraltı’nı filme almış, üstelik metni günümüzde yeniden üretmiş, bu toprağın suretlerine büründürmüş. Eğer samimi ise, eleştirinin ve tartışmanın da konuşurken kendi yeraltından esinlenmesi gerekir, mesela eski dostlukların nasıl sonradan cevval düşmanlıklara kaynaklık ettiğini, kendi ikiyüzlülüklerinden gayet memnunken kendine karşı daha acımasız ve sonuç olarak da çok daha dürüst insanların hep birlikte kolektif riyayla yalıtılmasındaki rolümüz, bile bile kendi hasetlerimizden türettiğimiz vesveselerle hayata dair insanı yoksullaştıran edimlerimiz…

Elbette, olacak bunlar, ama insan yine de düşünüyor bir Sonsuz Dönüş fikrini, en azından aklına geliyor.

Yeraltı filmini seyrederken, düşünürken, tartışırken insanın aklına kaçınılmaz biçimde geliyor: sonsuzluk içinde yine sonsuz kere hayatımızın tekrarlandığını, o zaman da her tekrarın içinde bir öncekini bilerek ya da bilmeyerek, ama hayatın aynı karesinde aynı yalanın söylenmesi, aynı riyanın suç ortaklığı, aynı yerde gerçeği belli belirsiz biçimde sezerek tam aksi bir sözün dillendiricisi olduğunu, hep aynı yerde aynı katil gömleğini giydiğini… Düşünün hep aynı yerdesiniz, mesela Amerika’dasınız, Türkiye’de Denizler yargılanıyor, hiç üstünüze vazife yokken “acımayın” diye mektup yolluyorsunuz, sonra da tarihin acımasız yüzünde kızınızla evlenmek isteyen davulcunun peşine ajan takmaya kalkıyorsunuz. İnsan bir de böyle düşünse kendisinden tiksinmez miydi? O zaman eylemlerimize daha bir ağırlık gelmez miydi? Ahlakın ve insanın kendini sorgulamasının başka bir anlamı olmaz mıydı? O zaman insan hayatında başka anlam arayışlarının bir ağırlığı olmaz mıydı? O zaman insan, aman ormancıya karşı, coşkulu görünür gibi, “Real Madrid Hotel” diye tempo tutarken dili dolaşmaz mıydı?

Kendi ruhsal yoksulluğumuzdan biraz olsun bıkmaz mıydık? O zaman aşkın anlamı da çok daha farklı olmaz mıydı? Yitik aşklarımıza karşı varoluşumuzun niye ya niye? diye soran halleri bizi daha farklı yaşamaya götürmez miydi? O zaman alçaklığın evrensel tarihine giren eylemlerden çok daha büyük bir hırsla kaçınmak istemez miydik? O zaman insan kendi ruhsal yoksulluğunun çok daha bilincine vardığı için, kendine karşı çok daha acımasız olmaz mıydı? O zaman biri gidip biri gelen mazeretlerin anlamları değişmez miydi? O zaman şu ya da bu iktidar baskısıyla yaptım diyerek kendimizi affetmeye dünden hazır olduğumuz uzlaşmaların, aslında kendimize ihanetlerimizin anlamı bizim için çok daha kabul edilemez hale gelmez miydi?

İnsan hem karanlık tarafları olan, hem de karanlık taraflarını bilebilen bir varlık, tıpkı bilinçdışını aklı ve fikriyle ve son derece analitik olarak anlayabilmesi ve açıklayabilmesi gibi. İnsan kendini paranteze alıp incelemeye başladığında fenomenoloji de başlıyor, kendisi diğerlerine açılan kapısı, kendi ruhumuzun derinliklerinde yatan korkunç karmaşa yerine milletvekillerinin harcamalarında çok önemli yer tutan kuru temizlemeci parası gibi sürekli dışa itinayla kafa ve ruh ütülemesi yaparak “özenli giyinmek, özenli görünmek, karizmayı çizdirmemek, aman hiç falso vermeyeyim adına kasıl kasıla yürümek” gayri yeter bu edepsizlikler diyarı demek oyunbozanlık mıdır yeni bir oyun istemek midir? Yıkıcı mıdır kurucu mudur? Bunları tartışabilseydik hepimiz için çok iyi olurdu, o zaman belki Yeraltını da daha çok sever, vesile olması nedeniyle onu yarınlarda da hasretle anardık, bugünkü pratiğimiz, kendi ruhsal yoksulluğumuzla, samimiyetsizliğimizle de insanların ürettiği her şeyi kolayca talan etmenin dayanılmaz çekiciliğinde kaybolmazdık.