Aslında şehirle köy arasındaki fark; birazcık sözle, yapılan iş arasındaki farkı bilmek meselesi ile ilintilidir kanımca. Köylük yerde, daha çok söz'e kıymet biçilir. Köyde, söz'dür asıl olan

Yıllar evvel Yukarı Mezopotamya'nın kadim halkı Süryanilere ait 1600 senelik Deyr-ul Zahferan Manastırını bir rahibin rehberliğinde gezmiştim. Bütün manastırı gezip dolaşıp bilmem gerekenleri öğrendikten sonra manastırın herkese açık olmadığını bildiğim terasında kahve içerken önümüzde uzanan ovaya bakıp, hemen manastırın aşağısındaki bahçelik alanı işaret ederek sormuştum. "Bu bahçeler de size mi ait!" Yanıtlamıştı rahip; "Evet manastıra aittir o bahçeler. Biz o bahçelere Firdevs Bahçeleri deriz. Kutsal kitaplarda da ismi geçer. İhtiyacımız olan sebze ve meyveyi yetiştiririz. Bahçede de bizzat kendimiz çalışırız. Dünyevi işlerimizden biri de bahçemizle uğraşmaktır. Zaten o bahçede yetişen bitkilerden biri de manastırımıza 16. yüzyıldan beri isim olan zahferan bitkisini yetiştirmektir."

Hep duyardım ve anlamını bilmezdim zahferanın. Eskiden bayağı çokmuş zahferan bitkisi manastırın çevresindeki alanda. Giderek azalmış. Sonra devamını da getirtmişti rahip: O denli değişim gücü varmış ki zahferan bitkisinin, sıvıya katıldığında kendi ağırlığının binlerce katı kadar bir karışımda, karışımın rengini kendi sarı rengine dönüştürürmüş...

Yıllar sonra yakın günlerde ayağım beni bir başka zahferan diyarına adı zahferanla şimdilerde anılan Safranbolu'ya götürdü. Orda da aynı söylemi duydum: "Safran, kendi ağırlığının yüzbin katı kadar sıvıyı sarıya boyar"(mış).

Bütün bir şimdiki eski Safranbolu şehrini dolandım, gördüm. Tarihini geçmişini, kültürünü, kimliğini sorgulamaya çalıştım. Bizans-Roma devirlerinde Dadybra imiş adı. 16. yüzyıldan sonra ad değiştirmiş. Etrafında bolca yetişen zahferan bitkisinden dolayı Zağfiranı-borlu olmuş adı. Tıpkı Deyr-ul Zahferan Manastırı gibi. Onun da adı yapıldığı 4. yüzyıldan itibaren Mor Hanunyo Manastırı imiş. O da adını 16. yüzyılla birlikte Deyr-ul Zahferan olarak değiştirmiş.

İkisi de şimdilerde zahferanın doğal değişim gücüne yabancı. Dadybra'nın adı bugün değişime uğrayarak bir bitkiyle müsemma olan Safranbolu'ya evrilse bile adıyla öğün-düğü safran bugün turistik bir meta ürününe dönüşmüş. Mar Hanunyo ise istediği kadar Deyr-ul Zahferan olarak anılsın, manastırın taş duvarları sarı rengini zahferandan alsın; zahferan artık yok gibi bir şey. Zahferanın değişim gücü sadece doğallığında kalmış. Ne bugünün Safranbolu'sunda eski Zağfiranıbor-lunun çokdinli, çokkültürlü sakinleri var. Hatta adları bile yok. Ne de bugünün Mardin'inin egemen kültüründe turistik meta malzemesi olmaktan maada eski Mor Hanunyo'nun kadim Süryanileri.

Aslında şehirle köy arasındaki fark; birazcık sözle, yapılan iş arasındaki farkı bilmek meselesi ile ilintilidir kanımca. Köylük yerde, daha çok söz'e kıymet biçilir. Köyde, söz'dür asıl olan. Şehir hayatında ise daha çok, maddileşen reel hayatlar vardır. Sözün kimilerince zahiri tezahürü yerine reel görüntü vardır şehirlik yerde. Yani yapılan iş'tir esas olan. Bu sebeple köylük yerde kurulan Divanxane'de bir konuğun ya da kelam üstadının dillendirdiği sözleri üzerinden yıllar geçse de dile gelir, unutulmaz, dilden düşmez. Mesela doğu kültüründeki Dengbej'lik, Karadeniz kültüründeki Mabiru'luk tam da bu sözün erdemine, kal u beladan beri kalıcılığına denk düşer.

Ama şehir yeri öyle mi! Alabildiğine maddi-leşmiştir. Mekânsal gerçekliği vardır şehir hayatlarının. Şehir yerinde bir mekânı tarihin çöplüğünden, yıkıntı-harap halinden çekerek çıkarıp yaşanılan an'a mazhar kılmak, armağan kılmak, görünür yapmak; biraz da o işi yapanın ismiyle anılır olmakla, adıyla müsemma kılmakla ilintili bir iştir.

İşte kanaatime göre bütün eski değerlerini bugün yitirmiş bir şehir görüntüsü verse de, Safranbolu şehrini insan tekinin gözle görünür zihinsel algısına takılır kılan bu realitedir. Yoksa şehrin geçmiş kültürlerine, kimliklerine, yaşanmış ama izi kalmamış anılarına baktığımızda gör(e)mediklerimiz aslında biraz da bu gerçekliktir.

Safranbolu'ya bugün bakarken görünür olan nedir pekâlâ! Diye bir soru orta yere sorulabilir. Kısık sesle yaşlı bir hemşehrisine "Eskiden orada bir kilise olduğunu söylerlerdi" dedirten, eski ve çokkültürlü geçmişinden hiçbir izini bugünlere taşıyamamış ve sadece Osmanlı kasabası kimliğini bir de bugünkü Türklüğünü kendine yadigâr ve yeter kılmakla yetinen, hatta öğünen bir şehir. Kurtarılmış mekanlarıysa (evleri, camileri vb) sadece ticari rantiye hesaplarına boğulmuş bir görüntüyü tamamlamakla

yetinen bir çağ yangınının zahiri eski görüntüsü. Ya da eskinin imitasyonu gibi kondurulmuş duran ve şimdiki sakinleriyle buluş(a)mayan, restore edilmiş kapısı kilitli içi boş evlerin hal-i pür melali...

Niş, pervaz, seki, cumba, kapı, tokmak, şak-şako, küçe, abbara, bağdadî, hayat, taşlık, kafes, sofa ve daha niceleri eski mekânların birer parçalarının adları olabilir. Her biri anıldığı mekânla bir illiyet bağına vesile olmak anlamında çağlar boyu insanla, insanın hikâyeleri ve yaşadıklarıyla bugüne hükmeder, varlık da bulabilir.

Ama bugün, doğrusu Safranbolu'yu gördükten sonra düşündüklerim geçmişe dair beklentilerimin hiçbirine denk düşmedi ve çağrı yapmadı. Eski evler, eski mekânlar insan tekinin şehir kimliğine dair kaygıları, şehri var etme dertleri nedenli çabalarıyla elbette kurtarılabilir / kurtarılmalı da! Ama ya insan! İnsan teki, mekânı salt ticari, gelir getirici rantiye kapısı gibi algılıyor ve ötesini düşünmüyorsa ötesi, üzerinde durulmayacak kadar teferruattır. Bunun bir tek istisnası vardır belki de: 0 da şudur; kimi kez bir caminin avlusundaki eski bir mekâna "kurtarıcılık" adına isim olmuş bir şahsiyettir Metin Sözen, ya da yokuş aşağı inen bir eski caddeye ad olmuştur Çelik Gülersoy. Gerisi koca bir yalan...

Ya da onca yaptıkları ve varoluş kaygıları adına bir sorudur Deyr-l Zahferan Manastırının avlusundaki asırlık çınar Süryani kadim Bahe'ye: "Öte yakaya gittiğinde tanrıya ne diyeceksin?". "Deyr-ul Zahfaran Manastırındaki genç rahibin sana selamlarını getirmişem diyeceğim."*

*www.suryaniler.com (23 Mart 2005 tarihli Tempo Dergisinden alıntı)