Geçen yıl bugün, sabaha kadar olan biteni izleyip ne olup bittiğini anlamaya çalıştıktan sonra, ortalık hâlâ toz dumanken ve bilgilerimiz son derece sınırlıyken, BirGün’e yollayacağım pazar yazısını yazmak için bilgisayarın karşısına oturduğumda, yazının adı adeta kendiliğinden ve üzerine uzun uzadıya düşünmeye gerek kalmamış denebilecek bir şekilde ortaya çıkmıştı.


17 Temmuz’da bu köşede yayımlanan o yazının adı “Cemaat’in Türkiye’ye son ve en büyük kötülüğüydü” ve darbe girişimine “en büyük kötülük” denmesinin nedeni yazıda şöyle açıklanıyordu:

“Çünkü darbe girişimi, bu yazı yazılırken gelen haberlere bakarak söyleyecek olursak, parti-devleti inşasının eksik parçalarının tamamlanması ve devlet aygıtının kontrol altına alınması için iktidara muazzam bir fırsat sundu ve iktidar da bunu değerlendirerek kendi planını hızlı bir şekilde yürürlüğe koyarak operasyona girişti. Dahası, ortaya ‘darbeye direnen rejim, darbeye direnen lider’ imajının ortaya çıkmasını sağladı ki, bunun hem uzunca bir süredir yitirilen uluslararası meşruiyete hizmet edeceğini hem de başkanlık planlarını kolaylaştıracağını söylememiz mümkün görünüyor. ‘Başkomutanlık’ unvanının pekiştirilmesinin başkanlığa giden yolu açtığı gibi bir değerlendirmede bulunabiliriz dolayısıyla.”

Uluslararası meşruiyet meselesinde istenen sonuç alınamasa da, hem parti-devleti inşası hem de başkanlığa giden yolun açılması başlıklarında, yazının öngörülerinin tuttuğunu söylemek mümkün görünüyor. “Allah’ın bir lütfu” olarak darbe girişiminin üzerinden geçen bir yılda, hem parti-devleti inşasında neredeyse sona gelindi hem de şaibeli bir referandum aracılığıyla “Türk tipi başkanlık” arzusu hayata geçirildi.

Darbe girişiminin ilk aylarında iktidara yitirdiği hegemonyayı yeniden tesis etmek ve toplumsal rızayı sağlayabilmek için muazzam bir fırsat kapısı açılmıştı. İktidar bu dönemde “milli birlik beraberlik” edebiyatına yaslandı, “dış güçlerin ve içerideki uzantılarının Türkiye’yi yok etmek için bir operasyon başlattıkları ve buna karşı iktidarın/tek adamın etrafında toplanarak topyekûn bir direniş sergilenmesi” fikri televizyonlardan, radyolardan, gazetelerden halkın zihnine boca edildi. CHP yönetiminin basiretsizliği ve Kılıçdaroğlu’nun Yenikapı Mitingi’ne gidip “milli birlik piyesi”ne figüranlık etmesi, iktidarın işini kolaylaştırdı. Aynı şekilde, kıymeti kendinden menkul bir anti emperyalizmin taşıyıcılığını üstlenen kimi ulusalcı çevreler, tam da bu uyduruk anti emperyalizmden yola çıkarak iktidara koltuk değnekliğine soyundular. MHP ise her zamanki tarihsel misyonunu üstlenerek bu piyesteki yerini aldı.

İktidar olanca pragmatizmiyle bu durumdan kendi politik ajandasını hayata geçirme fırsatını çıkarabileceğini görmüştü elbette. OHAL ilanıyla başlayan süreç başkanlık referandumuna uzandı ve anayasanın/rejimin değiştirilmesiyle taçlandırıldı. Referandum gündeme gelene kadar devrede olan “milli birlik piyesi”, referandum konjonktürüyle birlikte yerini bir kez daha hızlıca toplumu tam ortasından ikiye ayıran “Ya bizdensiniz ya teröristlerden” söylemine bıraktı. Adalet Yürüyüşü esnasında yaşananlar ise söz konusu yarılmanın ve iktidar söyleminin sürekliliğinin tescillenmesi, somutlaşması anlamına geliyordu. Ve bugün, darbe girişiminin birinci yıldönümünde, gayet net bir şekilde görülüyor ki, Türkiye toplumu bir yıl öncesine nazaran çok daha kutuplaşmış, çok daha bölünmüş, her türlü çatışmaya çok daha açık bir hale gelmiş durumda.

Rejimin ancak böylesi bir yarılma hali üzerinden varlığını devam ettirebilmesi, süreklileşmiş bir dost-düşman siyasetine ve olağanüstü hale ihtiyaç duyması ise gücünden çok güçsüzlüğünün bir işareti olarak okunmalı. İktidar tek bir mekânda ve tek bir kişide yoğunlaştı elbette ama bu aynı zamanda gücün daha kırılgan, daha zayıf bir görünüme kavuşmasını da beraberinde getirdi. Kurumsallığın yitimi, şahsiliğin ön plana çıkması, rejimin kaderinin tek adamın kaderine bağlı hale gelmesi, devletin legal/bürokratik mekanizmalarla değil, tek adam etrafında toplanmış bir kliğin fermanları aracılığıyla yönetilmesi sözünü ettiğimiz kırılganlık ve zayıflığın birer göstergesi olarak okunabilir.

Öte yandan bu bir yılın sonunda, legal ve kurumsal siyaset zemininin bizzat rejim tarafından ortadan kaldırılması, düzen siyasetinin sokaktan özenle uzak duran unsurlarını dahi sokağa çıkmak zorunda bırakırken, rejimin kendisi de meşruluğunu ancak sokaktan alabileceğinin farkındalığıyla 15 Temmuz anmalarını parti-devleti konfigürasyonuna uygun bir veçheye kavuşturarak, sokakta ve bir teyakkuz halet-i ruhiyesi içerisinde kutlamaya mecbur kaldı.


Daha önce başka yerlerde de defalarca söylemiş olduğum üzere “Komünistler devleti yıkacak” diye açılan dinselleşme kapılarından girenler devleti çöküş noktasına getirdi, iki dinci fraksiyonun egemenlik kavgasından çıkan sonuç, Türkiye’deki bütün hukuki/kurumsal/bürokratik yapıların çöküşü oldu ve ortaya bugünkü manzara çıktı. Bu iki dinci fraksiyonu da karşısına alan, ikisinin bu süreçteki ortaklığını ısrarla vurgulayan, idare-i maslahatçılık yapmayan, Türkiye’yi çöküşe sol düşmanlığının götürdüğünü, buradan çıkışın da ancak sol bir siyaset aracılığıyla olabileceğini toplumun geniş kesimlerine anlatmayı hedefleyen bir siyaset, bu çöküş manzarasını kendisi için bir fırsata çevirebilir. Kafa yormamız ve odaklanmamız gereken yer de zaten burasıdır.