Google Play Store
App Store

12 Eylül 1980 Darbesi, özellikle işçi sınıfı ve sol üzerinde büyük ve derin bir tahribata yol açtı. Çok ciddi sendikal hak kayıpları oldu, sendikalara siyaset yasağı geldi. DİSK’in kapatılması için dava açıldı. İşçi sınıfı, 1989 Bahar eylemleriyle darbenin olumsuz koşullarını lehine çevirmeye çalıştı, bununla kamuda yüzde 142’lik bir zam alındı. 1991 Zonguldak Madenci Grevi ve Yürüyüşü’yle de ANAP iktidarı sarsıldı.

1980 Darbesi’nin yarattığı tahribat

HAZIRLAYAN: Atilla ÖZSEVER

1960-1980 döneminde uygulanan ithal ikameci model (dışarıdan ithal edilen malların yurt içinde üretilmesi) artık pek yürümüyordu, kar hadleri düşmüştü. Bu nedenle ücretlerin baskı altına alınarak ihracata dönük bir modele gereksinim doğuyordu. Hem 24 Ocak Kararları uygulanmalı, hem de 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler, kimi sendikal ve sosyal haklar da kısıtlanmalıydı.

Öte yandan parlamento işlemez haldeydi, Meclis’ten bir çözüm çıkmıyordu, uzun bir süredir cumhurbaşkanı seçilemiyordu. Bu arada ülke içersindeki çatışma ve terör ortamı teşvik ediliyordu, günde 10-15 kişi silahlı çatışma sonucunda öldürülüyordu. Böyle bir ortamda 12 Eylül 1980 tarihinde bir askeri darbe gerçekleşti.


12 Eylül Askeri Darbesi’yle sermaye kesimi, işçi sınıfından intikamını aldı, sendikal örgütlenmeye yüzde 10’luk baraj getirildi. Hak grevi yasaklandı, kıdem tazminatına sınır kondu. Sendikaların siyasal yaşama katılması, kesin şekilde engellendi. Sendikal faaliyetler denetime alındı.

Bu yasal değişiklikler ve uygulamalar, 1982 Anayasası ve ilgili sendikal yasalarla gerçekleştirildi, böylece ekonomik, sosyal ve sendikal alanda çok ciddi hak kayıpları oluştu. Ayrıca DİSK’in faaliyetleri askıya alındı, yöneticileri tutuklanıp yargılanmaya başlandı.

12 Eylül düzeninin tüm bu uygulamaları karşısında işçi sınıfının ve onun sendikal örgütlülüğünün etkili bir karşı koyuş, direnç göstermemesini de önemli bir olgu olarak tespit etmek gerekir.

İşçi hareketi, 1980 Darbesi’ne ciddi bir tepki gösterememesine rağmen parlamenter siyasal sürecin yeniden başlamasıyla birlikte yavaş yavaş canlanmaya başladı. 1980-1988 yıllarındaki emek aleyhindeki politikalara karşı çeşitli sendikal direnişler ortaya çıktı.

İlk büyük grev, 1986 yılında bağımsız Otomobil-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu Netaş işyerinde oldu. 2.500 dolayında işçinin katıldığı bu grev, üç ay sürdü. Belli ölçüde 12 Eylül yasalarına karşı ilk ciddi tepkiydi.

1989 Bahar Eylemleri

1989 Bahar eylemleriyle de iktidardaki Özal’ın ANAP’ına karşı ciddi tepkiler oluştu. Önce ANAP yerel seçimleri kaybetti. Ardından da kamu işçileri, yüzde 142’lik bir zam aldılar. Bunu memur zamları izledi. Özel sektör işçileri de bu oranlara yakın zam elde ettiler. Böylece işçi sınıfı, emekçi kesim, 1980 darbesinin olumsuz koşullarını lehine çevirmeyi başardı.

Bahar eylemlerinin ardından 1991 yılındaki Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, ANAP iktidarını iyice sarstı. Ankara yürüyüşüne 48 bin madenci ile birlikte tüm Zonguldak halkının katılması ve diğer sendikaların, partilerin, aydınların desteği eylemin başarılı olmasında etkili oldu.

ANAP, 1991’de genel seçimleri de kaybetti. Sosyal demokrat SHP, Demirel’in liberal eğilimli DYP’si ile birlikte iktidara geldi. SHP, iktidarda iken liberal politikaları izleyince işçi sınıfının desteğini ve daha sonra da seçimleri kaybetti.

Sonuç itibariyle 12 Eylül Darbe koşulları ve ANAP hükümetleri döneminde yaşanan ciddi reel ücret kayıpları ve yoksullaşma eylemlerin en büyük nedeniydi. Bahar Eylemleri, 12 Eylül askeri yönetimi döneminde çıkarılan sendikal yasalarla işçi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını ve toplumsal gelir dağılımında işçi sınıfı aleyhine yaratılan gerilemeye bir tepkiydi. Bu nedenle eylemler salt ekonomik çerçeveyle sınırlı kalmayıp politik talepler de içeriyordu.

Bahar eylemleri, Tük-İş’teki birçok sendikada daha mücadeleci kadroların işbaşına gelmesine de yol açtı. Türk-İş genel merkez yönetimi de değişti.


1995 Grevleri

5 Nisan 1994 tarihinde yeni bir istikrar programı açıklandı. Başbakan Tansu Çiller’di. 5 Nisan kararları ile birlikte çok sayıda işçi, memur yapılacaktı, işçilerin ikramiye hakları, lojman ve servis olanakları ellerinden alınıyordu.

Kasım 1994’te 100 bini aşkın işçi, Ankara Tandoğan Meydanı’nda toplandı. Meclise yürüyüşe geçti. TBMM Bütçe ve Plan Komisyonu Başkanı, yürüyüşü durdurmak için yazılı bir açıklama ile bu önlemlerden vazgeçildiğini bildirdi. İşçi sınıfının bu eylemi, başarıya ulaşmıştı.

1995’te özellikle kamu kesiminde önemli grevler yaşandı. Bu yılda 200 bin kişi greve çıktı. İşçi sınıfı tarihi açısından 1995 yılı, işçi sayısı açısından greve katılımın en fazla olduğu yıldır.

Ancak işçi sınıfı ve sendikal hareket, toplu sözleşmede birçok talebini hükümetlere kabul ettiremedi. Burada, sınıf mücadelesinin sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalması, sayıları giderek azalan sendikalı işçilerin tüm emek kesimini kapsayacak birleşik bir sınıf hareketi yaratamamış olmaması da önemli bir faktör olarak dikkati çekiyor.

Yine 16 Ekim 1995’te Ankara’da yapılan büyük miting, Tansu Çiller Hükümeti’nin güven oyu almayıp düşmesinde etkili olmuş bir eylemdir.

1995 yılında Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nun (KESK) kurulması da, emek hareketi içinde kamu çalışanlarının da ağırlığının artmasına yol açtı. KESK, tabandan yukarıya doğru fiili bir mücadele içinde kamu çalışanlarının örgütlendiği bir kuruluş oldu.

1995’te Anayasa’da yapılan bir değişiklikle sendikalara siyaset yasağı getiren hüküm de yürürlükten kaldırıldı.

Mezarda Emeklilik

İşçi ve memur konfederasyonları Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Türkiye Kamu-Sen ve Memur Sen, 14 Temmuz 1999 tarihinde Emek Platformu adı altında bir birliktelik oluşturdu. Bu platforma daha sonra meslek ve emekli örgütleri de katıldı.

24 Temmuz 1999 tarihinde de Mezarda Emeklilik Yasası’na karşı Emek Platformu’nun talebi üzerine 400 bin dolayında emekçi Kızılay Meydanı’nda toplandı. Bu gelişme karşısında Meclis’teki görüşmeler durduruldu. Ancak 17 Ağustos 1999 depremi sonrasında Ecevit’in başbakanlığında DSP, ANAP ve MHP’den oluşan koalisyon hükümeti, depremi fırsat bilerek bu yasayı çıkarttı.

Bu yeni yasayla; emeklilik yaşı 58-60’a çıkarıldı, prim ödeme gün süresi 5 binden 7 bine yükseltildi. Emeklilik için tüm çalışma süreleri dikkate alındı. Aylık bağlama oranı yüzde 85’ten yüzde 65’e düşürüldü.

Emek Platformu, başlangıçta 50 – 55 yaş ve yumuşak bir geçişi benimsedi. Ancak daha sonra Türk-İş ve hükümet 58-60 yaşta uzlaşmaya vardı. Emek Platformu’nun diğer üyeleri bu uzlaşmaya tepki gösterdi. Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral, “İsteklerimizin yüzde 95’i kabul oldu, 58-60 yaş için genel greve gidemezdik” dedi. Sonuçta Emek Platformu bölündü, hükümet ve sermayenin istediği oldu.

Sosyal güvenlik kaybı

2002’de iktidara gelen AKP, 2008 yılında Dünya Bankası ve IMF’nin istekleri doğrultusunda sosyal güvenlik yasasında köklü değişikler yaptı, emekçiler açısından ciddi hak kayıpları oluştu. 5510 sayılı yasayla emeklilik yaşı 2036’dan itibaren kademeli olarak 65’e yükseltildi. Prim ödeme gün süresi 7 bin 200 güne çıkarıldı.

Gazeteci, postacı, tren makinisti gibi mesleklerde yıpranma payı kalktı. SSK ve Bağ-Kur’da emekli aylığı bağlama oranı yüzde 65’ten yüzde 50’ye düştü. Emekli aylığı hesaplanmasında refah payı uygulaması yüzde 30’a indirildi.

Muayene ve ilaç katkı bedeli artırıldı. İşsiz kalanların 6 ay süreyle sağlık hizmetlerinden yararlanma süresi 3 aya indi. Genel Sağlık Sigortası (GSS) primi zorunlu hale getirildi, prim ödeyemeyen sağlık hizmetinden yoksun kaldı.

Emek Platformu ise, SSK Hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devrine tepki göstermedi. Yasaya karşı ancak 13-14 Mart 2008’de iki saatlik uyarı eylemi yaptı. Bu uyarı eylemi bile hükümet geri adım arttırdı. Emek Platformu’nun yasayla ilgili “5 kırmızı çizgisi” vardı.

Türk-İş ve Hak-İş, hükümetle özel bir görüşme yaptı. Bu iki konfederasyon kırmızı çizgilere uymadı, hükümetle anlaştı. Sonuçta Emek Platformu bölündü, hak kayıpları gerçekleşti.

TEKEL Direnişi

Tekel işçisi, güvencesiz bir istihdam biçimi olan 4/C statüsüne karşı 78 gün direndi. Mücadeleci bir sendikal anlayışın gerekliliğini ortaya koydu. Ancak başta Türk-İş olmak üzere işçi konfederasyonları, 26 Mayıs Genel Eylemi’ni gerçekleştirmeyip geri adım attı. Sendikal bürokrasi, işçi mücadelesi önünde engel oluşturdu.

İşçilerin örgütlü olduğu Tek Gıda-İş Sendika, işçilere 9 Ağustos 2010’da 4/C’ye geçmesini önerdi. Emek kesimi, hukuki süreci etkileyecek bir mücadeleyi gerçekleştiremedi. Sonuçta Anayasa Mahkemesi, 4/C’yi iptal etmedi.

Tekel direnişi, kuşkusuz işçi sınıfı tarihinde önemli bir eylemdir. Ancak Tekel işçilerinin dar ekonomik çıkarları için başlattığı bu eylemin özelleştirme karşıtı olarak tüm KİT’lerdeki işçileri kapsayan bir mücadeleye dönüşmemesi de saptanması gereken bir durumdur. Keza Ankara’da 78 gün süren bu eyleme 10 bin dolayındaki Tekel işçisinden en fazla 2 bin kişinin katılması da dikkati çeken diğer bir husustur.

Tekel eyleminin 4/C eksenini aşan bir sınıfsal dayanışma ve eylem birliği haline gelememesinde 12 Eylül rejiminden miras kalan yasal çerçevenin payı olduğunu da belirtmek gerekir. Bununla birlikte sendika ve konfederasyon yönetimlerinin tabandan gelen talep ve hareketlenmelere yanıt verebilecek konumda olmadığı da dikkat çekicidir.

AKP hükümeti de eylemin bir işçi sınıfı mücadelesi haline gelmesini büyük ölçüde engellemeye çalışmıştır. Tekel direnişi, tüm bu faktörlere karşın sosyal ve ekonomik hak mücadelelerinin sınıf ekseninde bir araya gelmesinde önemli bir tarihsel deneyimdir.

1 Mayıs mücadelesi

2008 ve 2009 yıllarında başta DİSK olmak üzere emek ve meslek örgütlerinin mücadelesi sonucu, 1 Mayıs İşçi Bayramı 2010’da yasal hale geldi ve 32 yıl aradan sonra da Taksim’de kutlandı. Ancak 2013’ten itibaren Taksim’de kutlanması, AKP tarafından tekrar yasaklandı.

Öte yandan AKP Hükümeti, 2011 yılında Torba Yasa denilen bir kanunla güvencesiz çalışmaya olanak sağlayan, düşük ücreti öngören ve sermayeye kaynak aktaran bir kanunu TBMM’den geçirdi.

2,5 aylık yasa sürecinde sendikalar yeterli derecede etkili olamadı. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB etkin bir tavır almaya çalıştı. Ancak Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen ve Memur-Sen aktif mücadeleye katılmadı. Türk-İş üst yönetimi, mücadele yerine kulisi tercih etti.