Sosyal medyadaki “tamam çılgınlığı”nı başlatan “milletimiz tamam derse” açıklaması ilk değildi; seçim kararının alınmasından beri iki kez daha benzer minvalde açıklamalar yapılmış, bu da üç etmişti; seçimin kaybedilmesi halinde sonuçların tanınacağına dair bu vurgu, düzenli olarak dile getiriliyordu yani.

Bu vurguya niye ihtiyaç duyulduğunu, daha önceki seçimlerde başvurulmayan bir söyleme neden şimdi başvurulduğunu kesin olarak bilemiyoruz. İstediği sonucu alamayınca 7 Haziran seçimini fiili olarak tanımayıp ülkeyi 1 Kasım seçimlerine götüren, 16 Nisan Referandumu’na şaibe bulaştıran, seçimlere ve sandığa her şey gözüyle bakan bir iktidar açısından sahiden de tuhaf açıklamalar bunlar.

Akla en yakın ihtimal, bu mesajın, yani sandıkta bir yenilgi alınması halinde seçim sonuçlarının kabul edileceğinin, aslında “millet”e değil, emperyalist merkezlere verildiğidir. Seçim kararı alındığından beri uluslararası kuruluşlardan gelen Türkiye’de bu koşullarda adil bir seçimin yapılamayacağı yönündeki uyarılara ya da yabancı basında yer alan seçimle ilgili yazılara bakıldığında, mesajın muhatabının Batı olduğu düşünülebilir. İktidar Batı’nın seçim sonuçlarını tanımayacağına dair ciddi bir endişe içerisinde olabilir, bunun ötesinde ise Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun yüzünü yeniden Batı’ya dönmeyi gerekli kıldığının unutulmaması gerekir.

Bu köşeyi takip edenler, Türkiye’nin eksen değiştirip değiştirmediği ya da iktidarın anti-emperyalist olup olmadığı yönündeki tartışmalarla ilgili olarak hep basit bir açıklama yapıldığını hatırlayacaklardır. Türkiye’nin düzeni, yani Türkiye kapitalizmi, ithalatıyla, ihracatıyla, finansmanıyla, kredisiyle, Batı sermayesine göbekten bağımlıdır ve tam da bu nedenle, bazen dış politikada günübirlik ve taktik hamlelere girişilse de, mevcut iktidarla ve onun zihniyetiyle emperyalizmden bir kopuş söz konusu olamaz.

Sahiden de, Rusya belki Türkiye’ye S-400 verebilir ama para veremez, çünkü Rusya ekonomisinin durumu da ortadadır ve Türkiye ekonomisinin kaynak arayışında yüzünü dönebileceği yer, yakın zamanda yapılacak İngiltere ziyaretinin de göstereceği üzere, yine Batı’dır; öyle ki, seçim sonrası çok sıkı bir IMF programıyla karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır ve bu şimdiden herkes tarafından konuşulur hale gelmiştir.

Dolayısıyla iktidar, uluslararası meşruiyetinin kaynağının emperyalizm olduğunu ve seçim sonrası kendisini hangi kuruluşların kapısında bulacağını bildiği için, seçim sonuçlarını tanıyacağını açıklama ihtiyacı hissetmekte, aynı zamanda bunun karşılığında Batı’dan da, seçimi kazanması halinde bunu tartışma konusu yapmayarak meşruluğunu tanımasını talep etmektedir.

Öte yandan, bunun bu kadar kolay olmayacağı da bellidir. Parlamentoda çoğunluğun alınamaması ama Cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanılması gibi bir senaryoda “Türk tipi Cumhurbaşkanlığı” denilen model, baştan ölü doğmuş olacak ve Türkiye’nin Saray’dan yönetilmesi pek de mümkün olmayacaktır. Benzer bir durumun hem Meclis hem de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kıl payı kazanılması halinde de söz konusu olacağı söylenebilir; zayıflama ve güç yitirme trendi görünür hale geldikçe, içeride ve dışarıda meşruiyet kaybı da devam edecek, kitleler bu şekilde yönetilmeyi o kadar kolay kabul etmeyecekler, uluslararası meşruiyet de öyle kolay tesis edilemeyecektir.

Tüm bunlar, “24 Haziran sonrası” perspektifli bir bakış açısının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Sadece mevcut iktidar değil, yerine gelecek başka bir iktidar da, gidip IMF’yle anlaşmaya ve topluma yeni bir “acı ilaç” içirmeye, çok ciddi bir kemer sıkma politikası izlemeye mecbur kalabilir. Sermaye ile hesaplaşma ya da halkçı, kamucu bir ekonomi modeli izleme iddiası olmayan her iktidar için bu kaçınılmazdır ve böyle bir yönteme başvurulması en azından sosyalistler açısından şaşırtıcı olmayacaktır.

Bu durumda siyaseten bir nefes almış olsak bile, iktisadi olarak boğazımızın sıkılacağını, on altı yıllık iktisat politikalarının bedelini yine Türkiye toplumunun ödeyeceğini tahmin edebiliriz. Tam da bu nedenle, bu iktidara “tamam” diyen milyonların ruh halini anlamakla birlikte, sol siyasetin, sosyalist siyasetin, “tamam”dan sonrasına dair bir planının, bir programının olması gerekmektedir.

Bir yandan sağcılaştırılan siyasete ve topluma solun değerleri üzerinden müdahale edip sol siyaseti kitleselleştirmek, toplumsallaştırmak, öte yandan düzen siyasetinin kim gelirse gelsin içinden çıkamayacağı krize karşı, düzen dışı bir çözümü kitlelerle buluşturmaya çalışmak gibi iki zorlu hedef, 24 Haziran sonrası Türkiye’de solun omuzlarına binmiş iki yük olarak karşımıza çıkacaktır. 24 Haziran sonrası bu yükü hakkıyla taşıyabilmenin yolu ise bugünden sağlam durmayı becerebilmekten geçmektedir.