Yetmiş yıl önce, ABD’nin güney eyaletlerinde siyahlarla beyazlar otobüslere ayrı kapılardan giriyor ve ayrı yerlere oturuyorlardı. Rosa Parks, tarihe Montgomery otobüs eylemi olarak geçen o gün, beyazlara ayrılan bölümde yer bulamayınca, siyahlara ayrılan bölümde oturan Rosa’dan kalkıp kendisine yer vermesini isteyen bir beyazı (tarihe adsız ‘bir beyaz’ olarak geçti) reddettiği için hapse girdi. Rosa Parks, Amerikan Yurttaş Hakları hareketine katılmış, neye ve neden karşı çıktığının farkında; itirazının, siyahlara uygulanan ayrımcılığa karşı toplumsal bir hareketi başlatabilecek bir tavır olduğunun bilincindeydi. Bir yıl boyunca siyahlar otobüslere binmedi ve her yere yürüyerek gitti. Sonunda yüksek mahkeme ırkçı uygulamaları anayasaya aykırı buldu. Rosa Parks, ayrımcı yasanın insan hakları temelinde yeniden düzenlenebilmesi için yasayı çiğneyerek etkili bir sivil itaatsizlik örneği sergilemişti. Bu eylemle birlikte ırkçılık ve ırkçılığı destekleyen yasalar sorgulanmaya başlandı, toplumun farkındalığı arttı, hakkını savunma refleksi gelişti.

***

Sivil itaatsizlik bir karşı duruş. Birey ya da grup eylemleri ile başlayan ama kişisel bir çıkar sağlama amacıyla değil, tam tersi, benzer durumdaki herkes için adaletin sağlanmasına yönelik hem bir sorun tespiti hem de çözüm arayışıdır. Toplumun dikkatini çekebilmek için yasaya karşı gelerek gerçekleştirilen yasa dışı, ama meşru bir eylem. Çünkü sivil itaatsizlik meşruiyetini hak temeline dayalı, ahlaki ve toplum vicdanına seslenen itirazından alır. Motivasyonu da haksızlığın ve sebeplerinin görünür kılınmasıdır. Bu sebeple kamuya açık ve aleni olarak gerçekleşir. Şiddet içermez. Rosa Parks’ın kendisini yerinden kaldırmak isteyen beyaz adama karşı gelmesi, her ne kadar hukuken suç sayılmış olsa da, davranışının siyasi ve ahlaki meşruluğu onu son yüzyılın en önemli hak savunucularından biri yaptı. Yasal düzenlemeler ahlaken meşru olmayabilir ve bu noktada sivil itaatsizlik eylemleri daha demokratik ve hak temelli yasaların hayata geçirilmesi için çok önemli ikaz fişeklerine dönüşebilir.

***

Yaşama hakkı, en temel hak! Bunun için insan temiz ve sağlıklı suya-gıdaya ulaşabilmeli, barınabilmeli, aydınlanma-ısınma gibi ihtiyaçlarını karşılayabilmeli, onu bir yerden diğerine ulaştıracak araçları kullanabilmeli, sağlık hizmetleri ve eğitimden yararlanabilmeli… Bilim, sanat, düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne sahip olabilmeli. Eğer ki bu temel hakları düzenleyen yasalarda insani, ahlaki, vicdani bir sorun ve eşitsiz bir uygulama varsa, bu noktada sivil itaatsizlik meşru bir zorunluluk haline gelir. İnsanların sırf parası olmadığı için açlıktan, susuzluktan, ısınamamaktan ve barınamamaktan ölebileceği bir düzen yasalarla meşru kılınamaz. Dolayısıyla, hem insan hayatını paraya eşitleyen neoliberal politikalar yüzünden, hem de hiçbir bilimsel karşılığı olmayan tek adam rejiminin ekonomi politikasızlığı sonucu memlekette fatura ödeyememe tufanı yaşanıyor. İnsanların, temel hak çerçevesinde yaşamlarını sürdüremez hale gelişindeki sistem/iktidar/yönetim sorumluluğu tam da ödeyebilecekken ödemeyenlerin eylemleri ile görünür oldu ve tartışmaya açıldı. Bu noktada gerek CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, gerek Moda Sahnesi’nin başlattığı ‘ödemiyoruz’ direnişleri sorunun kamusal boyutuna ışık yakmış oldu.

***

Her iki örnekte olduğu gibi, bir kişi ve bir grup, kamuya açık şekilde yasaya aykırı gelerek, uygulamanın insani ve ahlaki olmayan noktasını karanlıkta kalarak aydınlatmış oldular. İktidar ve şürekâsının bu eylemleri “kimse yasalara itaat etmezse ne olacak işin sonu, kimse fatura ödemezse ne olacak ülkenin ekonomisi” diye paniğe kapılarak ve bunu Türkiye’nin huzurunu kaçıran, gündemden hızla düşürülmesi gereken bir kalkışma olarak değerlendirmesi, savundukları sömürü sistemi gereği elbette anlaşılabilir. Ancak burada altı kalın kalın çizilmesi gereken şu ki, korkulan o ‘felaketin’ sorumluluğu itiraz edenlerde değil, bizzat itiraza sebebiyet veren yasa ve uygulamaları halka dayatan iktidarlarda. Dün de böyleydi, bugün de öyle.