İsminde “adalet” olan bir partinin 15 yıllık iktidarının neticesinde gelinen noktanın, anayasanın ortadan kaldırılması, hukuk sisteminin çökmesi, liyakatsizliğin alıp başını gitmesi ve toplumun en az yarısının yargıya, hukuka, adalet sistemine güvenmez hale gelmesi oluşu tarihin bir ironisi olsa gerek. Tıpkı “demokrasi, sivilleşme, vesayet rejimiyle mücadele” diye diye bir kuvvetler birliği rejiminin ortaya çıkması ve yargının doğrudan yürütmeye, yürütmenin de Saray’a ve tek adama bağlanması gibi.

“Kılıçdaroğlu’nun tutuklanması” tartışmalarında da gördük. Birincisi artık hiç kimse, “Saçmalamayın yahu, bir parti liderinin, ana muhalefet partisi liderinin, devleti kuran partinin liderinin tutuklanması ne demek” diyemiyor; çünkü herkes, artık her şeyin mümkün olduğu bir rejimde yaşadığımızı biliyor. Ve ikincisi, herkes bunun bir kişinin iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olduğunu, hukuki değil siyasi bir karar verileceğini ve esas karar merciinin de yerini, yani “raconun kesildiği yeri” biliyor.

Yaklaşık on yıldır, Türkiye’deki bütün siyasi hesaplaşmalar hukuk alanında ve mahkeme salonlarında yaşandı; uydurma deliller, temelsiz iddianameler silah olarak kullanıldı, devlet mahkeme salonlarında el değiştirdi, rejim bu kumpas davalar aracılığıyla inşa edildi. AKP-C koalisyonu döneminde Cemaatin entegre yargı-emniyet gücü ile eski rejimin unsurları tasfiye edilirken, koalisyon ortakları birbirine girdikten sonra aynı silah Cemaate döndü, Cemaatin önüne geleni yolladığı Silivri’de şimdi Cemaatçiler yatıyor.

İki eski ortak el ele Türkiye’de hukuk adına, adalet adına, anayasa adına ne varsa bitirdiler ve bugün gelinen noktada, “hukuksuzluk hukuku” üzerine kurulmuş olan bu rejim, içeride ve dışarıda temel belirleyici olan şeyin, yani kapitalizmin, yani sömürü düzeninin bile bekasını tehdit ediyor. Bunu derken, “Kapitalizm, demokrasiye ve hukuk devletine ihtiyaç duyar, kapitalizm ve demokrasi el ele yürürler” tarzı bir liberal tez öne sürmüyorum; bilakis tarihsel olarak demokrasi kapitalizme rağmen var olmuştur ve kapitalizmin üzerinde yükselen tonla otoriter rejim vardır. Söylemeye çalıştığım şey esas olarak, kuralsızlığın yerleşmesinin, kurumsallığın zayıflamasının, iktidarın giderek şahsileşmesinin ve gücün tek adam elinde temerküzünün beraberinde bir tür öngörülemezlik, istikrarsızlık getirmesi ve bunun da kapitalizm açısından kabul edilemez olduğu.

O halde, bugün hem toplumda bir adalet arayışı, adaletsizliğin sıradanlaşmasına yönelik biriken ve henüz dip dalgası halinde olan bir öfke var hem de başta yerli ve uluslararası sermaye olmak üzere düzenin aktörlerinde merkezinde tam da adalet kavramının bulunduğu, burjuva devletinin asgari normlarının dahi yitip gitmesine dair, bir kaygı, bir endişe söz konusu. Almanya’nın rejime giderek daha fazla yüklenmesini buradan okumakta kanımca bir sakınca görünmüyor: Rejim inşasının ortaya çıkardığı manzara, yani kişiselleşmiş iktidar, sermaye düzeninin uzun vadeli çıkarlarını riske attıkça ve temellendiği yapısal mekanizmaları çökerttikçe, düzenin ana uluslararası aktörlerinden biri, kendisini doğrudan ilgilendiren başka sebeplerle de birlikte, emperyalist hiyerarşide kendisinin daha altında ve bağımlı olan bir ülkeye müdahale etme gereksinimi duyuyor.

Güzel, demek ki hem toplumsal muhalefetin düzen dışı bir arayışa çekmek isteyeceği hem de düzenin aktörlerinin bir restorasyon arayışına malzeme yapmayı amaçladıkları bir zemin var karşımızda, adalet zemini. Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünün ve sonrasındaki Maltepe Mitingi’nin popülerleştirdiği, kamuoyunda konuşulur hale getirdiği ve az önce söylediğim üzere gerek düzen içi gerek düzen dışı bütün müdahalelere açık bir zemin burası. Haftasonu başlayacak Adalet Kurultayı ile birlikte ve elbette ki “Kılıçdaroğlu’nun tutuklanması” tartışmalarının damgasını vuracağı şekilde, bu zemin bir kez daha hareketlenecek, siyasal mücadelenin icra edildiği yer haline gelecek.

Bu zemin, bu zemin üzerinde yapılacak tartışmalar ve siyasal söylemin ve eylemin merkez noktasının burası olması, adalet arayışının sol siyasete tahvil edilmesi, düzen dışı bir mecraya yönlendirilmesi, solun kitlesel ve toplumsal bir siyasi özne, bir aktör haline gelmesi için bir fırsat olarak görülebilir, değerlendirilebilir. Sınıfsal eşitsizliklerden toplumsal cinsiyet meselelerine, eğitimden hukuka, Kürt sorunundan laikliğe uzanan geniş bir alanda adalet talebi, adalet arayışı, kurucu bir iradeyle, yeni ve alternatif bir siyasi, iktisadi, toplumsal düzen arayışıyla, “başka ve gerçekten yeni bir Türkiye”yi inşa etme iddiasıyla birleştirilebilir.

Daha mı somutlaştıralım? İlk elden ve öncelikli olarak, OHAL’in kaldırılması, KHK’lerin iptal edilmesi, anayasanın ve parlamentonun işler hale getirilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin etkin bir pozisyona kavuşması, kuvvetler ayrılığının tesisi, temel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması, taşeron işçiliğin ve çalışmanın kaldırılması, kamuculuğun ekonominin temeline yerleşmesi, planlı bir sanayileşme ve kalkınma modelinin uygulanması, gelir dağılımında göreli olarak adaleti sağlayıcı ve iyileştirici politikaların hayata geçirilmesi, Kürt sorununa siyasi bir çözüm bulunması, halkın siyasal karar alma süreçlerine dâhil edilmesi, dini cemaatlerin ve tarikatların siyasal alanın dışına taşınması, siyasal, toplumsal ve kamusal alanın dinselleştirilmesinin tersine döndürülmesi ve laisize edilmesi/sekülerleştirilmesi…

Düzen tüm bu talepleri karşılayabilir mi, düzenin sınırları içerisinde kalınarak bunlar talep edilebilir mi, düzenle kavga etmeden bunlar hayata geçirilebilir mi? Eğer bu soruların yanıtının “hayır” olduğunu biliyorsak, hangi “adalet”i aradığımızı da biliyoruz demektir.