Her ne kadar evrim kuramı ders kitaplarından çıkarılmaya çalışılsa da, türlerin gelişimine baktığımız vakit insanın nereden nereye doğru yol aldığını bilim bize gösteriyor. Modern yaşama kapılmış giderken, henüz evrimini tamamlayamamış bir varlık olarak insan; sıklıkla türlü ağrılarla başa çıkmaya çalışıyor, kolay hastalanıyor. İki ayağı üzerinde durmak, dik olarak yürümek kolay değil. Doğada insan dışında hiçbir varlık bu çabayı göstermiyor. İnsan niye ayağa kalkmak zorunda kaldı?

Gereksinimlerle biçimleniyor her varlığın gelişimi, dönüşümü. Herhangi bir hayvanın yavrusu doğar doğmaz yürümeye, koşmaya, yüzmeye başlıyor. Oysa insan yavrusu uzun süre anne, baba bakımına muhtaç.

Çevresindeki tehlikelere karşı korunmasız… Beslenmek, barınmak, kendini korumak için bedenini kullanmak zorunda. Ayağa kalkma çabası bundan, uygarlık buradan başlıyor. Kültür dediğimiz doğaya rağmen yapıp etmelerimizin tamamıdır. Bunun iki sonucu var elbette: Ya yetilerle, yeteneklerle daha yaşanılır bir dünya yaratır insan ya da tersi kendini, diğer tüm canlılarla birlikte yok eder!

İnsanın ayağa kalma süreciyle omurgası ayrıca önem kazanmıştır. Dört ayaklıların bel bölgesi insan kadar hassas değildir. Yük binmez çünkü üstüne. Aynı sorun ayaklar için de geçerlidir elbet. “Omurgalı olmak” deyimi buradan türetilmiştir. İskeletinizi dik tutabilme beceriniz/başarınız sayesinde biçimlenir beden. Başka türlü söylersek; dik durmak deyimi ile omurgalı olmak benzer anlamlar taşır.

Kuşkusuz doğada omurgalı pek çok hayvan var. Lâkin dik durma meziyeti sadece insana mahsus. Elbette bedenin dik durması hem estetik, hem sağlık açısından önemli bir gösterge. Ancak doğada varlığını sürdürmek için insan denen varlık “düşünme” yetisine başvuruyor ve geliştiriyor. Bu kez tüm yapıp, etmeleriyle ilgili sorumluluk üstlenmeye başlıyor. İşte buna da ‘etik’ diyoruz. İnsan ‘değer’ yaratıyor.

Antik filozoflar bir çocuk merakıyla doğaya bakıp yorumluyordu. Çevrede olan biteni anlama arzusu sadece insan denen mahlûka mahsustu. Sokrates ilk etik düşünür oldu. Davranışlarımıza dair sorular üretti. Bunun içindir ki baldıran zehri içirilerek öldürüldü. İlk kez adalet, hak, yönetmek, özgürlük, iktidar türü sorular yöneltti kendine ve gençlere. Elbet düşünmek sorgulamak demektir ve eğer bir kez sormaya başlarsanız bundan vazgeçme olanağı yoktur.

Büyük güruh bu soruları ya sormadı ya da işittiğinden ürktü. İnsanlığın ilk yol ayrımı budur. “Ben niçin varım?”, “Yaşamamın anlamı nedir?”, “İyi, güzel, doğru nedir?” sorularıyla meşgul olanlar ve bunları umursamadan yemek, içmek ve çiftleşmekle ömür tüketenler olarak ikiye bölünmesidir. Dinler bu sürecin doğal ürünüdür ve evrimleşmiştir. Önce doğada açıklanamaz olaylar karşısında kendini güçsüz buldu insan ve tapma yolunu seçti doğaya. Ardından gözlem, deneyle yönünü buldu ve nihayetinde tek tanrılı dinlere, göksel tanrı fikrine iman etti.

Bir çatışma da buradan başladı. Her soruyu sorma hakkını kendinde bulan insan güç olanı, özgürlüğü istedi. Diğer grup; kolay olanı seçti. İnandı ve iradesini devretti, tanrı adına konuşma hakkı olan ölümlüler karşısında boyun eğdi. İktidar karşısında eğilip bükülme hali “omurgasızlık” olarak adlandırıldı.

Kant çomak soktu tepeden gelen ‘ahlak’ dayatmasına. İnsanın kendi değerleri üzerinden bir yaşam yaratması gerektiğini öne sürdü. Herhangi bir ödül ya da ceza olmaksızın, dini bir öğretinin sınırları içine sıkışmadan, kendi iradesiyle yön bulmanın erdeminden söz açtı. Geldiği noktada kitapları yasaklandı. Böylesi bir tutumun tanrıya ve dine saygısızlık olduğunu söyleyen kral o güne dek parlak bir filozof olarak takdir ettiği Kant’ı tehlikeli saydı. Elinden akılcılığın, aydınlanmanın anahtarı vardı Kant’ın. Elbet yetkiyi tanrıdan aldığını düşünen kral için büyük tehlikeydi!

Karl Marx toplum yaşamını iktisadi ilişkilerin biçimlendirdiğini gördü. Kolay inanan büyük kalabalıkların davranışlarını gözlemledi. “Fransız Devrimi” ile iyice önü açılan insanlığın, yeni bir yol ayrımında olduğunu yazdı. Sınıflar vardı; güçlünün güçsüzü ezdiği, zenginin yoksulu sömürdüğü bir düzen oluşmuştu iyice. Tüm ömrünü bu sorunsal çevresinde geçirdi. Yapıt verdi. Başı belaya girdi. Bildiğinden geri adım atmadı. Göksel bir çözüm yerine yeryüzünde adaletin sağlanması gerektiğini söyledi. Bambaşka bir açılım sağladı insanlığın önünde.

Solucan omurgası olmayan bir varlık. Böyle olduğu için suçlu mu? Değil. Ayağa kalkması, dik durması da gerekmiyor ayrıca. Üstelik gereksinimleri dışında bir talebi yok. Doğayı değiştirmek gibi bir arzusu ve görevi de yok. O halde bedensel özelliklerinden ötürü kusurlu değildir. Tersine evrenin dengesi içinde bir yeri var. Hayvanlar etik bir tartışmanın tarafı değildir.

İnsan; sadece iskeletini doğrultmayla sorumluluktan kurtulamaz. Asıl mesele ödevini yerine getirme bilincidir. Düşünmekten kaçmak, iradeyi devretmek suçtur! Soru sormayı öğrenmiştir insan. Aydınlanmayı kavramıştır. Adaletsizliğin ne olduğunu bilmektedir. Haksızlık karşısında sessiz kalmanın etik bir sorun olduğunu bilir. Beden ağrısından çok daha şiddetlidir vicdan sızısı! Bu yüzden susmaz, direnir ve çile çeker. Başına gelecek ne varsa kabul eder, boyun eğmez.

Bu yazıyı “Omurgasızım ve mutluyum” diyen Ahmet Hakan’a ithaf ediyorum.