Kürt sorununda, naif bir duruşum var, biliyorum. Yine de duruşumu korumaktan yanayım. Yazılanları okudukça, herkesin bir yanından tutup durmadan büyüttüğü türev piyasasına dönüştüğünü de görüyorum bu meselenin. Gördüğüm bir başka şey de, en hesaba katılmayanların insanlar ve onların masum beklentileri olduğu.... Ben de buradan yazmak istiyorum.

Yine umutsuz yollardayız. Yakın tarihte tanınan bazı haklar, ya da Kılıçdaroğlu ile Başbakan’ın buluşması veya Leyla Zana’nın çıkışı gibi gelişmeler çözüm  konusunda bazı dalgalanmalar yaratmış olsa da, her seferinde umudun yerini çok geçmeden umutsuzluğun ve çözümsüzlüğün aldığını görüyoruz. Evet, yaşanan bunca savaş ve ölümden sonra Kürt halkı ve kimliğini inkârdan vaz geçmeyi ve bölük pörçük de olsa bazı hakları vermeyi başarabildik. Ancak, hâlâ savaşı ve ölümleri durduramadığımız gibi, sorunun giderek dallanıp budaklanması ve çözümün zorlaşmasını da önleyemiyoruz.

Karmaşıklık çok; çözüm kolay değil. Kürt halkının istekleri, PKK terörü, PKK içindeki çok başlılık, derken Öcalan meselesi gibi çok başlı bir sorun karşısında olduğumuz ortada.

Öte yandan siyasal ve kültürel haklar, -örneğin ana dilde eğitim- üzerinde duran, yöredeki  sosyo-ekonomik koşulları dert eden, eşit vatandaşlık talebi ve birlikte yaşamaktan söz edenlerin yanı sıra, milliyetçi yaklaşımlarla bambaşka çözümlerin peşinde olanların varlığı da biliniyor. Suriye’deki ayaklanma ve orada da Kürt özerk bölgesinin oluşumu gibi ihtimalleri düşündüğümüzde, Kürt milliyetçiliği için daha uygun koşulların oluştuğunu düşünmek de kaçınılmaz.

Kısacası, Kürt sorununun karmaşıklığı yetmezmiş gibi uluslararası niteliği de güçlenmekte; dolayısıyla sorunu kendi içimizde çözme olasılığının giderek azaldığını görmemek mümkün değil. Yeni dertlerle uğraşma olasılığının artacağını düşünmek de yanlış olmaz. Ne yapıyoruz?

Kabaca söylersek, iktidar oy kaybına yol açmayacak bir “hak tanıma” ve ”silah bıraktırma” peşinde; bunun ötesiyle ilgilenmiyor. PKK’nın hesabının ise, pazarlık edeceği koşulları yakalamak ve dağdakileri selamete ulaştırmakta düğümlendiğini düşünmek yanlış olmaz. Yani, iktidar Kürt halkı ve kimliğini kabul etmek yolunda bazı adımlar attığını ileri sürerken, binlerce insan için şu veya bu haktan önce konuşulacak “kendi canları” gibi bir mesele olduğu unutulamaz.  Buna karşın, Türk tarafının kayıpları ve canları kartını ileri sürecek olanlar da az olmayacağından, farklı taraflar ve farklı öncelikler arasında başlangıç noktasını bulmanın bile kolay olmadığı açık.

Bir de karşılıklı güvensizlik....

Bu nedenle, Leyla Zana örneğinde olduğu gibi, daha cesur tavır alanlar üzerine yorum yapan çok olsa da beğenen az. Zana’nın yaklaşımına ilişkin eleştirileri ve Kürtlerin taleplerini dinlemek istemeyen, sorunu hâlâ bir terör sorunu gibi görmeyi yeğleyen bir anlayıştan medet umulmasını yanlış bulanları anlayabiliriz.

Söylenenlerde haklılık payı çok. Kürtler ve talepleri üzerinden siyaset yapmak hâlâ kolay değil. Binlerce KCK’lı siyasetçi  tutuklu; onlarla birlikte uzaktan yakından BDP’nin yanında yer alan bir dolu insan da.... BDP’nin mitingine izin yok; ısrar edilirse vurup dökmek serbest; milletvekilleri bile coplanabilmekte!  Şimdi bunlar olurken, “Kürt vatandaşım” söylemini satmaya çalışmak, haklardan, eşitlikten söz etmek  inandırıcı olabilir mi? Bir de İçişleri Bakanının “veciz” dili var ki, evlere şenlik!

Ve hâlâ kanayan Uludere olayı.... Bitmeyen saldırılar ve ölümler....

Bunlar doğru da, siyasal çözümden söz ediliyor ve bu toplumdan bir şey bekleniyorsa Kürtlerin bu toplumla ve toplumu temsil eden siyasal iktidarla bir masaya oturmalarından başka yol var mı?

Örneğin Aysel Tuğluk, “AKP ile Kürt sorununda çözüm yok” diye yazmış Taraf’ta. Yazısında bugüne kadar gelen süreçte Kürt siyasal aktörlerinde kırılmalara yol açan önemli aşamalara değiniyor ve bu kırılmalar nedeniyle Kürt siyaseti açısından “AKP’ye rağmen”, AKP açısından ise “Kürt hareketine rağmen çözüm” gibi bir noktaya gelindiğini söylüyor. CHP açısından da umutlu değil; yani, her iki taraf için şiddetten başka yol yok!!!

Tuğluk, kendisine göre, “gerçekçi bir değerlendirme” yapıyor olabilir. Evet, umutsuzluk doğuracak çok şey var. Ama her iki topluma, insanlara ve hepimizin geleceğine baktığımızda, söylenenleri “gerçekçi” bulmak bir şey ifade etmiyor. Bu akıllı değerlendirmelerden daha ötesine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum ben. Ya da savaşa devam....

O zaman da sormadan edemiyorum: Daha on binlerce genci ölüme yollamayı nasıl içimize sindirebiliriz? Her iki toplum üzerinde devam eden ölümün, acının ve şiddetin gölgesinden hala ders almadık mı? Bu iki halkın önünü açmak, gelecek hayallerini yeşertmek gibi bir sorumluluğumuz yok mu? Bu iki toplum da, yalnız akılcı-gerçekçi değil, cesur-duyarlı açıklamalara ve adımlara ihtiyaç duymuyor mu? Benim görebildiğim kadarıyla, her iki yanda asıl beklenen bu.

Özetle, çok zaman söylediğim gibi, ferasetli değerlendirmelere benim aklım ermiyor. Ama insanın acısını, her iki toplumun kayıplarını anlayabiliyor, görebiliyorum. O nedenle, akil adamları değil, aklını duyguyla, duygusunu da barış, adalet ve eşitlikle birleştirenleri arıyorum. Özellikle de kadınları....

Hani barıştan yana, hani şiddete karşı, hani eril değerleri eleştiren, hani siyaseti de dünyayı da değiştirmesi beklenen kadınları.... Bu beklentinin ilk adresi de, Meclis’teki, siyasetteki kadınlar.... Her birinin bana karşı ileri süreceği çok akılcı-gerçekçi argümanlar olacağını biliyorum. Onlara söyleyeceğim tek şey var: Bu argümanlara tarihin içinden baksınlar ve düşünsünler. Bu argümanların işlediği günahları düşünsünler!