Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun 1951 yılında, yani karşı-devrimin Demokrat Parti (DP) eliyle iktidarda kaldığı uzun on yılın hemen başlarında çıkmış olması bir tesadüf olabilir mi? 1946 sonrası, “komünizmle mücadele” adına hem emperyalizme entegre olunuyor hem de dinselleşme politikaları devreye sokuluyordu. 1950’de ise DP iktidarıyla birlikte dış politikadaki göreli özerklik de, laiklik ve aydınlanma da kesin bir şekilde geri plana itiliyor, Atatürk kutsallaştırılırken Cumhuriyet’in çökertilmesi süreci başlıyordu. Kanunun böyle bir konjonktürde çıkması bir tesadüf değildi yani.

Hem 12 Mart hem 12 Eylül, sol korkusuyla, solu durdurmak için yapılan darbelerdi ve her ikisi de kutsallaştırılmış bir Atatürk’e yaslanıyorlardı. Oysa yaptıkları şey açıkça sola karşı gerici güçlerin önünü açmak, dinselleşmeyi hızlandırmak, tarikatları, cemaatleri sola karşı bir tampon olarak görüp palazlandırmaktı. Türk sağının anti-komünizmi her zaman Cumhuriyet düşmanlığıyla iç içe geçti, amaç hiçbir zaman onu aşacak daha ileri bir perspektif ortaya koymak olmadı, tarihsel bir hesaplaşma, bir intikam arayışı vardı ortada.

Türk sağı, anti-komünizmi Cumhuriyet’le hesaplaşmak, ona saldırmak için kullandı, buna göre sol fikirlerin yaygınlaşmasının gerisinde “Batı hayranlığı, milletin değerlerine yabancılaşma, dinden uzaklaşma” bulunuyordu, o halde solu durdurmanın yolu tüm bunları terk edip öze dönmekten, Osmanlı’dan, İslam’dan, maneviyattan geçiyordu. Devlet sola karşı Türk sağına, dinci gericiliğe, ırkçı milliyetçiliğe alan açtıkça, Türk sağı da bunu devleti dönüştürmek için kullandı.

“Her şeyin değişmesi için hiçbir şeyin değişmemesi gerekiyordu” kuralına uygun bir şekilde, kâğıt üstünde hiçbir şey değişmiyor gibi görünüyor ama fiili olarak her şey değişiyordu. İmam-hatipler, Kuran kursları, yeşil sermaye, dershaneler, yurtlar, ders kitapları, devlette kadrolaşma… Türk sağı devleti dönüştürdükçe Cumhuriyet içi boş bir kabuğa dönüşüyordu. Sol düşmanlığıyla başlayan “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nın neticesi, bugünkü iktidar oldu, o iktidar intiharı nihayetlendirdi ve rejimi de değiştirdi.

Rejim değişikliği ani değil sürece yayılmış bir karşı-devrimle gerçekleştiği, Türkiye toplumuna kazanda suyu ısıtılan kurbağa muamelesi yapıldığı, kontrollü bir geçiş öngörüldüğü için, DP’nin mirasçıları DP’nin mirası olan Atatürk’ü Koruma Kanunu’na bugün de başvuruyor. Mustafa Armağan, Süleyman Yeşilyurt gibi isimlerden sonra şimdi de Anıtkabir’deki malum görüntüler için söz konusu kanun işletiliyor.

Burada ise iki amaç söz konusu, birincisi Atatürkçü kitlelerin öfkesinin politikleşmesini, eyleme dönüşebilecek mecralara akmasını engellemek, yani “gaz almak” ve ikincisi, sürecin kontrolünü kaybetmemek için radikal unsurları susturmak, yani her şeyin bir zamanının olduğunu, acele edilmemesi gerektiğini bilerek “vakitsiz öten horozlar”ın başını kesmek.

Son Anıtkabir hadisesinde de gördüğümüz üzere, her şeye rağmen Atatürk hâlâ geniş kitleler tarafından benimsenen, hâlâ kendisine yönelik saldırılara tepkilerin verildiği bir isim. Tam da bu nedenle, sosyal medyada o görüntülerdeki genç kadın için bir “tutuklansın” kampanyasının düzenlenmesi şaşırtıcı değil. Ancak bu talebin üzerinde biraz daha ayrıntılı bir şekilde durmak gerekiyor.

Eğer söz konusu olan rejimin değiştiğinin fark edilmemesi ve bu iktidardan hâlâ Cumhuriyet’i savunma anlamına gelecek bir icraat beklentisiyse, ortada çok ciddi bir apolitizm var demektir. Hele bir de tutuklama kararı, “Bakın doğru yolu buldular, Atatürk’ü savunmaya mecbur kaldılar” şeklinde görülüyorsa, bu apolitizmin üçe beşe katlanması demektir.

Ancak böyle değil de, bu talep “Madem ODTÜ’deki öğrencileri hakaretten tutukluyorsunuz, burada da aynısını yapın görelim” şeklinde bir ikiyüzlülük deşifresiyle ilgiliyse, bu gayet anlaşılabilir bir durumdur. Hayır, insanların “hakaret” diye bir suçla hapse atılması doğru olduğu için değil, ortada politik bir tutum olduğu için böyledir bu ve bugün Türkiye’de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey politik bir tutum almaktır.

Özneleri ve eylemleri eşitleyen, iktidarı ve inşa ettiği rejimi görmeyen, sanki siyasetten bağımsız soyut bir hukuk varmış gibi bağlamsız “özgürlük” söylemleriyle olan biteni anlamak ve gidişata müdahale etmek ise imkânsızdır. Atatürk’ü Koruma Kanunu, Cumhuriyet’in yıkılışını kamufle etmek için uygulanmaktadır ve esas olarak görülmesi gereken budur. “ODTÜ’lülere de Anıtkabir’deki kadına da özgürlük” üzerine kurulu bir siyasetsizlikle varılabilecek herhangi bir yer yoktur, çünkü ODTÜ’lülerin tutuklanması rejimin hakikati, Anıtkabir’deki kadının tutuklanması ise rejimin illüzyonudur.

Bizim işimiz hakikati güçlendirmek, illüzyonu ise dağıtmaktır. Rejimin değişmesi hakikat, Atatürk’ü Koruma Kanunu illüzyondur. ODTÜ’lülerin tutuklanması hakikat, Atatürk’e hakaret tutuklamaları illüzyondur. Hakikat ile illüzyon arasında ayrım yapabilmek ise siyasetin ön koşuludur.