Bir şeye üzüldüğünde aynasını alır, ona bakarak ağlar Furuğ, her an gerçeklikle yüz yüze gelme, bir an bile sahteliğe düşmeme kararlılığıyla

Ay, güneş, çiçek, oyun

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

“Artık güneş doğmayacak / Ve bereket çekilecek topraklardan…” Babamın iki kadeh içtiği zamanlarda okuduğu şiirin giriş dizeleri büyülerdi beni. Yıllar sonra, aynı şiirin başka bir çevirisi- “O zaman / güneş soğudu / Ve yeryüzünün bereketi kaçtı”- duyuramadı Furuğ Ferruhzad’ı bana; dönüp dolaşıp aradığım, babamın Furuğ’uydu.

Şair elbette “Artık güneş doğmayacak / Ve bereket çekilecek topraklardan…” demiştir. Kırk farklı şekilde de çevrilse, bu çevirinin bir yerlerindedir şiir, buradaki sesle anlam arasında sürüp giden med cezirde. Kalbimse çoktan Mecnun’a dönecektir, nice şiirini okuduktan sonra gördüğüm fotoğrafındaki kutsal halelerinden Furuğ’un.

Çeviriyi sevmediğimi söyledim ama, en sevdiğim haliyle Furuğ da yine aynı kitaptadır, Hatice Gülcan Topkaya çevirisinde. “Gece boyunca orada / Göğsümün ortasında / Birisi ümitsizlikten / Soluk soluğa kalmıştı.” Rüzgâra direnirken kiraz yüklü dalları kırılan ağaçtır şair. Gece boyunca göğsünün ortasında ümitsizlikten soluk soluğa birisinin olacağını gün ortasında onu gören kimselerin hissedemediği.

Erken yaşta evlenip ayrıldığı eşi, günün yasalarının tanıdığı haktan yararlanarak bir yaşındaki oğlu Kamyar’ı bir daha ona göstermezken, otuz üç yaşında trafik kazasında hayatını kaybedene dek -on dört yıl- delirme eşiklerinden döne döne oğlunun hasretini çeken Furuğ, işte o on dört yılın her dakikasında sadece İran’da değil bütün dünyada duyulacak çığlığını atacaktır. Biz bugün ‘Şiir ve Hayat’, ‘Şiir ve İdeoloji’, ‘Şiir Yazılır mı Yaşanır mı?’ türünden sorulara en esaslı yanıtları veren çığlığa ‘Furuğ Ferruhzad Şiiri’ diyoruz: “Şair olmak insan olmak demektir. Şiirleri günlük yaşamlarıyla bağdaşmayan kimilerini tanıyorum. Yani sadece şiir söylediklerinde şairdirler, sonra bitiyor.Yeniden hırslı, zalim, dar kafalı, uğursuz, kıskanç oluveriyorlar. İşte ben bu adamların sözlerini kabul etmiyorum. Benim şiire duyduğum saygı, inanmış bir insanın dinine karşı duyduğu saygı gibidir. İyi şiir söylemek, bilimsel bir buluşun gerektirdiği özen, çaba ve emek kadar zordur.”

İçgüdüleriyle yaşar gibi görünse de sımsıkı bilinçtir Furuğ: “İçgüdüyle yaşanmaz. Sanat yapıtının bilinç yüklü olması gerektiği kanısındayım. Yaşama, varlığa, maddeye, hatta ısırdığımız elmaya karşı bir bilinç.”

Bilinç, toplum kurallarını kabullenmeyi değil bütün bir sisteme başkaldırıyı tetikler onda, çünkü şairdir, yani insan. Ülkesinin en ünlü sinemacı-yazarlarından evli ve çocuklu İbrahim Gülistan’la aşkı, kendini bir başka biçimde yeniden doğurma çabasıdır aslında. Hâfız, Şamlu, Beraheni… nice değerli şairi vardır İran’ın ama Furuğ gibisi gelmemiştir. “Aşkım / Utanmaksızın çıplak bedeninden / Güçlü baldırları üzerinde / Ölüm gibi durdu”, sevdiği erkeğin bedenini güzellemeyi ayıp sayan bütün bir yalan dolan rejimini dinamitleyecek güçtedir. “Beni yıka şarap dalgalarıyla / Beni öpüşlerin ipek kumaşında doku”, cürettir, cesarettir. Öncü bir çileci olarak sürdürdüğü yaşamının kırılma anlarından birinde, o benzersiz ‘Kara Ev’ filminin çekimleri için gittiği Cüzamlılar Evi’nde, cüzamlı bir anne-babanın altı yaşındaki oğlu Hüseyin ile karşılaşması şiirin ta kendisidir:

-“Dört güzel şey söyle!”

-“Ay, güneş, çiçek, oyun.”

Bu dört kelime -ay, güneş, çiçek, oyun- Hüseyin’i evlat edinmesini sağlayacak, Hüseyin, o ânı şöyle anlatacaktır: “-Selam, ben Furuğ, sen kimsin?- dedi. Sesiyle büyülendim kaldım, adımı unuttum, söyleyemedim.” Şaire gereken ne varsa söylemiştir oysa:

Ay gerekir şaire… Gece karanlığında bakıp, ilk çağlardan beri aynı aya içini dökmüş insan kardeşlerini, aynı aya bakarak ulumuş, inlemiş, yaşamış, ölmüşleri duyabilmek için.

Güneş gerekir… Altında otlar misali yanmaya.

Çiçek… Sevgiliye verilecek. Bir tutam saçı uçuşup belli belirsiz yüzünü okşadığında.

Ve oyun gerekir… Yukarı bahçenin eriğini çalmanın kalbi küt küt attıran saklambaç sevinci için.

Bir şeye üzüldüğünde aynasını alır, ona bakarak ağlar Furuğ, her an gerçeklikle yüz yüze gelme, bir an bile sahteliğe düşmeme kararlılığıyla.

Çevresindeki her şey onda merak uyandırır, Elbruz Dağları'na doğru gidip kır kahvelerinde oturur, bulutlara baktıkça sevinip ellerini çırpar.

Her sahici şair gibi ölümün ve hayatın şehvetini hücrelerinde duyarak, sonsuzca hatırlanacak samanyolu güzelliğinde kanatlarıyla geçip gider dünyamızdan.

Başkaldıranlar bulutlar gibidir, şairlerin bakıp bakıp sevinçle el çırptıkları.

Çünkü bulutlar daima yeni ayetlerin peygamberidir.