Döviz kurlarındaki artış ve buna bağlı olarak yapılan faiz tartışmaları “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı” meselesini geçmişte hiç olmadığı kadar kamuoyunun gündemine getirdi. Şimdi ağzını her açan, iktidarın Banka’ya yaptığı baskının da verdiği kolaylıkla, Merkez Bankası’nın bağımsızlığından söz ediyor. Öyle ki, Muharrem İnce’nin ekonomik vaatlerinin ve ekonomiyi düzeltme programının ilk sırasında bu bağımsızlığın tesisi yer alıyor.

Peki sahiden öyle midir, bağımsız merkez bankaları sağlıklı bir ekonominin ilk koşulu, olmazsa olmazı mıdır? Bu soruyu yanıtlamak için önce şu soruyu yanıtlamak gerekiyor: Hiçbir şeyin bağımsızını sevmeyen kapitalizm neden merkez bankalarının bağımsızlığını bir kural olarak tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor, bağımsızlıkla kast edilen tam olarak nedir acaba?

Buradaki “bağımsızlık” merkez bankalarının hükümetlerden bağımsızlığıdır ki, bu da neoliberalizmin “siyasetin ekonomiye müdahalesini minimuma indirme” ve “devletin ekonomiye emek lehine müdahale etme araçlarını sınırlandırma” hedefleriyle doğrudan ilgilidir. Buna göre hükümetler değişse de merkez bankaları bağımsızlıklarını korumaya devam edecek, böylece piyasanın işleyiş kurallarına dokunulmayacaktır.

Yani hükümete karşı bağımsızlık, piyasa ekonomisine, yerli ve küresel sermayenin programına, IMF politikalarına bağımlılık demektir. Oysa emek yanlısı, kamucu bir iktisat programı, merkez bankalarının bağımsızlığını değil, bu program doğrultusunda politikalar geliştirmesini, siyaset kurumuna ve halka karşı sorumlu olmasını talep eder. Dolayısıyla bağımsız merkez bankası piyasacı bir fetiştir, dünyaya emek gözlüğünden bakanlar için, dünyaya sınıf paradigması üzerinden bakanlar için bu fetişin de sorgulanması, ifşa edilmesi şarttır. Sırf iktidar partisi bu bağımsızlıkla uğraşıyor diye -ki son faiz artışına bakarsak bu sadece laftan ibarettir- biz Merkez Bankası’nın bağımsızlığını savunamayız, bizim programımızda böyle bir bağımsızlığa yer yoktur.

Tüm bunları niye anlatıyoruz? İktidara bakıştaki ve muhalefet etmedeki ekonomi-politik perspektif eksikliğine işaret etmek için elbette. Bakın Türkiye ekonomisi hızla büyük bir krize sürükleniyor ve bu krize gerekçe olarak iktidarın “beton ekonomisi” ve yaptıkları köprüler, tüneller, yollar gösteriliyor. Bu krizin nedeninin yandaşlara dağıtılan rantlar, verilen ihaleler olduğu söyleniyor. Şüphesiz ki bu doğru ama yeterli değil, şu an yaşanan kriz bir bütün olarak kapitalizmin krizi ve sadece “beton ekonomi”siyle ilgili değil, yandaşıyla yandaş olmayanıyla bütün bir sermayenin krizi söz konusu.

Son on altı yıl, sadece iktidar partisinin kendi sermaye sınıfını yaratmasıyla açıklanamaz, son on altı yıl iktidar partisinin aynı zamanda geleneksel sermayeye tarihin en büyük kârlarını hediye etmesinin, sermayenin hem iktisadi krizini hem de genel olarak sermaye düzeninin yönetememe krizini çözmesinin tarihidir. İktidar partisi sadece grevleri yasaklayarak sermayeye hizmet etmemiştir, işçi sınıfını ve halk kitlelerini özellikle din politikaları aracılığıyla ehlileştirme, sessizleştirme, pasifleştirme misyonunu da üstlenmiştir.

Sendikaya değil tarikata giden işçi, grev yapmayıp oruç tutan işçi, patronuyla beraber aynı camide namaz kıldığı için kendini onunla eşit zanneden işçi, durumu ne olursa olsun şükreden, isyan etmeyen işçi… İktidar partisinin sermayeye ve sermaye düzenine hizmeti esas olarak budur ve burada yandaş-yandaş olmayan sermaye ayrımı yoktur, tüm bunlar bütün bir sermaye sınıfı için iktidar partisini işlevsel kılmıştır.

Tam da bu noktada “laik sermaye” meselesinden bahsedebiliriz. Türkiye’de laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü vs. böyle bir sermaye sınıfı bulunmamaktadır. Kendi özel hayatlarında seküler, laik bir yaşam tarzını sürdüren sermaye sahipleri, burjuvalar yok mudur? Elbette ki vardır. Ancak bu sermaye sınıfının laik ya da seküler olduğu anlamına gelmez. Yandaşıyla yandaş olmayanıyla sermaye, Türkiye toplumunun din afyonuyla uyutulmasından son derece memnundur ve laik bir siyasi programı desteklemesi için herhangi bir neden yoktur.

Dolayısıyla, örneğin “laik sermaye”den olduğu iddia edilen bir kişinin, Türkiye’nin en önemli futbol kulüplerinden birine başkan seçilmesini siyasete uyarlayıp, o değişimin içeriğini sorgulamaksızın “Değişim geliyor” diye sevinç gösterilerinde bulunmak, sermaye sınıfından laiklik beklemek, dünyaya sınıf gözlüğüyle bakmayanların hezeyanlarından ibarettir. Bugünkü Türkiye manzarasının gerisinde Türkiye’nin sermaye sınıfı vardır ve bugünkü Türkiye’den çıkış da sermaye sınıfıyla ve onunla yapılacak bir işbirliğiyle değil, bilakis ona karşı kurulacak bir siyasi hatla ve yazılacak bir siyasi programla mümkün olacaktır.

Türkiye, seçim sonuçları ne olursa olsun, ekonomi üzerinden ciddi kırılmalar yaşayacağı günlere giderken, ekonomi-politik bakış açısına ve bunun üzerine kurulmuş bir emek siyasetine, bir sınıf siyasetine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Eşitliği de, özgürlüğü de, laikliği de ülkeyi bu hale getirenlerden beklemeyeceğiz, kendi bağımsız siyasetimizle, kendi ellerimizle var edeceğiz. Meselemiz budur.