Cenaze töreninde, yakınını kaybedenin omzuna dokunulur, “buradayım” denir. Elinden tutulur, “yanındayım” denir. Onlar feryat ederken, bir kenarda sessizce durulur, “acını paylaşıyorum” denir. Ama mikrofonu kaptığın gibi ortaya çıkılmaz. İster ülkenin, ister dünyanın, ister fezanın başı ol; çocuğunu az sonra toprağa verecek insanların içinde, hele de çözüm sürecini buzluğa kaldırdığını söyleyen biri olarak, ses yükseltmek şöyle dursun, mikrofonla onu kocaman etmek ayıptır, vicdansızlıktır. Cenaze törenleri acı paylaşılsın diye yapılır, çalınsın diye değil.


Komiser Ahmet Çamur’un bayrağa sarılı tabutuna yaslanan Erdoğan, şehit güzellemesiyle donattığı konuşmasıyla, karşısında ağlayan rahmetlinin yakınları dışındakilerin ilgisini resmen gasp ediyor. “Şehadet makamına ulaşmış olan bu şehidi uğurluyoruz. Peygamberlikten sonra en yüce makamdır. Ne mutlu onun ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına!” diyor. Kendisi dışında herkesin yüzünde bir donukluk. Eller başlar önde öylece duruyorlar. Ne mutlu bize ki bugün de öldük, diye bağırsa arkalardan biri, konuşma taçlanacak... ama yok. Savaş, savaşı bilenlerin diline kondurabileceği bir şey değil çünkü.


Dün “analar ağlamasın”, denilerek çıkılan o yoldan, bugün, “beni başkan yapacaksınız” inadıyla geri dönülüyor. Öyle bir yol ki bu, bir metre uzağındaki gözü yaşlı insanlara, ölümün ulviliğini anlatacak kadar karanlık, umarsız. Her gün yeni, yine ölüm... Çünkü, çözüm süreci buzdolabına kaldırıldı. Çünkü, sandıktan çıkan sonuç ne AKP’yi iktidar ne Erdoğan’ı başkan yaptı. Oya dönüştürülemeyen barış, savaşa dönüştürüldü. Polis, asker, gerilla, sivil... Tabut üzerine tabut dizip, ağıt üzerine ağıt yakıyoruz. Neden?


Milli irade, 400 milletvekilini vermedi, bu iş huzur içinde çözülmedi. Ama ne kadar şanslıyız ki, Erdoğan halka bir seçim şansı daha tanıdı. Yaptığımız yanlıştan dönerek, eski hamamdaki eski tasımıza kavuşabiliriz artık. Çünkü gördüğümüz gibi, AKP tek başına iktidar olamazsa çok ölüyoruz biz. Erdoğan başkan olamazsa, cenazeye gelip miting yapmak zorunda kalıyor. HDP’nin barajı aşması, Yalçın Akdoğan’ın dediği gibi demokrasimiz adına hiç iyi olmadı. En iyisi yeniden sandık başına gittiğimizde bu huzur meselesini etraflıca bir kez daha düşünmek!


Önümüzde ‘beğenmedim, olmadı baştan’, temalı bir tekrar seçim var. İşine gelmediği anda, barışı da, o çok önemsedikleri milli iradeyi de elinden fırlatan eski iktidar, yeniden iktidar olabilmek için halka “bir daha düşün” diyor. Yoksa huzur gelmeyecek. Ne demişti Davutoğlu; “bu milletin huzuru gelecek nesillerin geleceğinin parlak olması için evlatlarımızı feda etmeye hazırız.” Geçen 30 yıl bize, huzurun nasıl gelmeyeceğini göstermiş olsa da, Davutoğlu’nun cenaze gelmemesiyle övündüğü çözüm sürecini, şehitlik edebiyatı yaparak savaş süreciyle değiştirmiş olması, barış gibi ciddi bir meselenin bile AKP’nin elinde kolaylıkla nasıl da siyasi çıkar malzemesine dönüştüğünün kanıtı.

Alınmayan her ders gibi, aynı şeyi artan bir dozla zerk ediyoruz hayatımıza. Sadece 90’lar geri gelmiyor. Üzerine öğrenilmemiş bir 20 yıl daha biniyor. Günlük siyasete kurban edilip buzdolabına atılan barış, bize 2 ayda bolca acı, çokça gözyaşı olarak geri döndü. Ne kadar şehit o kadar nefret, o kadar oy denklemini kuranların oyununu bozabilecek tek şey, tarafların parmağını tetikten çekmesi için daha fazla baskı yapmak ve her gün daha güçlü bir şekilde barışa sarılmak...


Siyasilerin şehit edebiyatı karşılık bulmuyor artık. Her cenaze, isyan zincirinin halkası. Çocuklarını yaşatmayan bir vatanın sağlığını ne yapsınlar, bilmiyorlar. İsyanları ‘taşkınlık’ olarak yorumlayan yandaş kalemler, belli ki hedefin şaşmasından rahatsız. Daha da olacaklar; çünkü barış bugün dünden daha güçlü.