Cumhuriyet döneminde ne zaman basına yönelik baskılar artsa akla ilk olarak o padişah ve onun yöntemleri gelirdi:

“II. Abdülhamit ve istibdat dönemine mi giriyoruz yeniden?”

Osmanlı İmparatorluğunun 34. Padişahı olan II. Abdülhamit 1876’da tahta çıkmıştı. İlk “büyük icraatını” da 14 Şubat 1878’de yaptı:

“Anayasayı askıya aldı, 30 yıl sürecek istibdat dönemi böylece başladı!”

II. Abdülhamit’in saltanat yıllarında padişahı eleştirmek yasaklanmıştı. Padişahın yaptığı herhangi bir işi ve icraatı eleştiren gazete ve dergiler derhal yasaklanmış, kitap ve gazeteler toplatılır olmuştu.

İstibdat rejimi bunu gerektiriyordu. Sözlük karşılığında “istibdat” için şöyle deniliyordu:

“Tek bir yöneticinin toplumu baskı altında yönetmesine dayanan düzen, hiçbir hakkın ve özgürlüğün bulunmadığı tek adam yönetimi!”

O yıllardan en fazla akılda kalan muhalif slogan “Kahrolsun İstibdat” idi.

Aradan 114 yıl geçtikten sonra Türkiye’de muhalefetin sloganı yeniden güncel hale geldi:

-Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!

Kesintisiz 20 yıldır ülkeyi yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) basın özgürlüğü bakımından ülkeyi 114 yıl geriye götürmeyi başardı!

1960 ile 2000 yılları arasında basın özgürlüğüne yönelik baskılar arttığında en fazla 1950-1960 arası süren Demokrat Parti’nin iktidar yıllarına atıf yapılırdı.

Türkiye’de basın özgürlüğü hiçbir zaman uluslararası ölçülerde yaşanmadı. Tek parti dönemini bitiren 1950 Seçimleriyle iktidara gelen Demokrat Parti’nin en büyük vaadi basın özgürlüğü olmuştu. Ama tam tersini yaparak basın özgürlüğünü yerlere serdi. Ankara Kapalı Cezaevi gazetecilerin ikinci adresleri olmuştu. Gazetecilerin konulduğu bölümden şehrin bazı semtleri görülebildiği için adı “Ankara Hilton” olarak anılır olmuştu.

AKP’nin 2010 sonrası dönemi başlayana kadar basın özgürlüğünün en kara yılları olarak Demokrat Parti’nin iktidardaki 10 yılı gösterilirdi.

AKP seçim propagandalarında hep Demokrat Parti ve Adnan Menderes’i kendilerine örnek aldıklarını söylerdi. Ancak geriye doğru gidişte Demokrat Parti’yi bir hayli sollayıp, Abdülhamit’e vardılar.

AKP, basın ve yayın organlarının yüzde 95’ini kendi kontrolü altına aldı. AKP ve lideri ne derse anında o yöne doğru bir “akıl fikir” akışı başlıyor. Eğer AKP söylemini tam tersi yöne çevirirse aynı koro hiçbir çekince göstermeden “yeni” duruma hızla uyum sağlıyorlar.

Peki bu tür “gazetecilik” takdir ediliyor mu?

Ne gezer!

AKP ve lideri devamlı olarak “gazete köşelerini tutanlar” veya “ekranlara kurulanlar” diye başladığı şikayetlerini dile getiriyor. Emrindeki “gazetecileri” ve “televizyoncuları” gazeteci olarak kabul etmiyor. Yüzde 5’lik kesimde kalan sahici meslektaşlarımızı gazeteci kabul edip, onları muhatap alıyor!

Şikayetlerini de cezasız bırakmıyor!

Mahkemelerde açılan davalarla yetinmeyip Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ve Basın İlan Kurumu (BİK) aracılığıyla, para cezaları, ilan kesme cezaları, yayın yasakları da verdiriyor.

Günümüz dünyasında gazetecilik “ölçülebilir” hale geldi.

Türkiye AKP’nin iktidar yıllarında negatif zirvelerde yer alıyor. Hapishanelerinde en fazla gazeteci olan ülkeler arasında sıklıkla birinci, ikinci, üçüncü sırada geliyor.

Dünyada “yarı özgür ülkeler” arasında artık Türkiye de var.

AKP’nin sayesinde ülkemizin yeni bir sıfatı da oldu: Basın Özgürlüğü Cehennemi!