Artık muhalefet etmenin resmi olarak yasaklandığı bir döneme girdik. Bir zaman önce sansür gizli saklı yapılıyor, kapalı kapılar ardında gazeteciler korkutuluyordu. Şimdi bu maskeye gereksinim duyulmadan, açık biçimde tüm muhalif yayın organları hedef alınıyor. İktidar iki sebepten doludizgin saldırıyor. Baskı altında tutulan kitlelerin “yeter artık” diyeceğinden endişe ediyorlar, bu bir. Tarihsel hesaplaşmayı tamamlamak istiyorlar, bu iki!

Öteden beri söyledim; “ucuz ittifaklar kimseye yarar getirmez” diye. İlkesel bir tutum takınmayan hiçbir oluşum toplumu ikna edemez. Karşımızda iyi malzemesi olan bir hatip var. Üstelik tarihsel bir ödevi yerine getireceğine inanarak çıkmış yola ve artık son aşamada. Din ve milliyetçilik kolay pazarlanan ve eleştirisi güç kavramlar. Buna karşılık: “Özgürlük”, “Adalet”, “Eşitlik” kavramlarının müşterisi yok denecek kadar az. O halde ne yapılmalıydı?

Bazı meseleler vardır tartışmaya açıp, ricat ettiğiniz vakit kaybedersiniz. “Laiklik” kavramı bunun başında gelir. Bakmayın şimdi herkesin “laiklik” diye haykırdığına. Hani terbiyem izin verse: “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” diyeceğim. Demiyorum. Geç bile olsa laikliğin hak ettiği anlamı ve değeri toplumsal anlamda edinmesinden memnunum. Laiklik olmadan gelinen nokta ortada! Lâkin şu an derin ve yakıcı bir sorunla karşı karşıyayız ve yine aynı hatayı yinelemeden bir direnç oluşturmak zorundayız. Nedir bu?

Cumhuriyet gazetesi “Tehlikenin Farkında Mısınız?” kampanyasını başlattığında, geniş bir liberal kitle, iktidarın ekmeğine yağ sürerek saldırdı tüm aydınlanmacılara. Cemaatin yatağında, AKP’nin koltuk değneği olan bu kesim, siyasal İslamcıların etki alanı dışında kalan kalabalıkları ikna etti. Ellerine tüm olanaklar sunulmuştu. Bunu iyi kullandılar. Yani laiklik demek suç oldu, cumhuriyet buharlaştı! O günlerde askeri vesayeti yıkan siviller(!), şimdi sarayda genelkurmay başkanıyla öz çekim yapmakta!

Aynı grubun diğer yarısı cemaate oynadı ve kaybetti. Bu çığırtkanlar Türkan Saylan’a ağıza alınmayacak sözler ettiler, İlhan Selçuk’a mahpus yolu göründüğünde “oh olsun” deyip, alkış tuttular. Şimdi sıra onlara geldi. İlke yoksa sonuç budur. Peki, onlara kafamızı çevirip, gülüp geçecek miyiz? Elbette hayır. Dün nasıl ilkesel ve sert bir tutum takındıysak, aynı tavrı sürdüreceğiz. Yani? Onlar ne yapmış olurlarsa olsunlar, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demeyeceğiz. Ama…

Burada önemli olan yanlışlıkla bile olsa, muhalefet etmenin hazzıyla bu kesimlerle birlikte mücadele yanılgısına düşmemektir. Aydın Engin’in 75 yaşında, bu biçimde derdest edilerek götürülmesine sessiz kalmayacağız elbet. Ancak “Ben babalar gibi evetçiyim” demesini eleştireceğiz mesela. Ya da Cumhuriyet gazetesini savunurken, Nuray Mert’in, gazetenin basıldığı gün tüm okurlara hakaret ettiğini aklımızda tutacağız!

Ancak böyle günler hesap görme değil zalime karşı dayanışma günüdür. İnsanlığın değerleri intikamcılığı değil bunu gerektirir. Özgürlük için mücadeleye devam edeceğiz ve bunu kimse için değil, kendi değerlerimiz için yapacağız. Niye bunların altını çiziyorum derseniz…

Kolay unutmak coğrafyamızın hastalığıdır. Unutarak geldik bu günlere. Yüzümüze gülene kapıldık. Suyumuzun tadı bozuldu, toprağımızın bereketi kaçtı, havamız zehirlendi! Karşımızda safları sıklaştırarak büyüyen, ardından da elindeki güçle hayatın tüm alanını kaplayan ve zindan eden bir siyasal güç var. İlkelerimiz olmazsa ayakta kalma olanağı yok artık!

Ülke bir toplama kampına döndü. Açıkhava hapishanesi. Doğrudur. Ancak buradan çıkmak için düşünmeyi öncelemek, yol arkadaşlarını iyi seçmek gerekir. Yanınızda her an yer, saf değiştirecek insanlar varsa, her gün ayrı ölürsünüz. Cumhuriyet gazetesiyle ilgili defalarca uyarı yazısı yazdım. Dün tehlikeyi sezemeyenlere karşı dikkatli olmak gerekir. Bazen kötülük her yandan gelebilir.

Cumhuriyet’in yanında olmak lütuf değil zorunluluktur, anlamadılar.

Biz “Tehlikenin Farkında Mısınız?” dediğimizde kıs kıs gülenler… Biz, sizin için de haykırmıştık, vazgeçmedik, geçmeyeceğiz!