Mekânı doldurmaya en bencil, en kendine âşığımızın bile egosu yetmez, biraz sakinleşmemiz gerek, durulup demlenmemiz

Bu suret mülküne mihmana geldim

Daha hızlı hareket etmesini istedikleri çocuklarını kolundan çekiştirirken gerginliklerini evin dip köşelerine kadar yayarak telaş telaş koşturan anne/baba, geleceğin kaygılı bireyini kendi elleriyle büyüttüklerini bilse, ama sahiden bilse, yine böyle mi davranırdı? Bilgi hayatımızı değiştirebilir mi sorusunu en hassas yanımızdan, çocuklarımızdan yola çıkarak yanıtlamaya çalışır, meseleye oradan bakmayı denersek, anlayıp dinlemeden savunmaya geçmek yerine birkaç dakika durup sakince düşünürüz belki.

Birkaç dakika durup düşünmek, yapılması gereken sadece bu aslında. “Bugün de çok mutluyuz, okula gidiyoruz” konulu anne/baba-çocuk fotoğraflarımızı instagram’a, facebook’a, twitter’a yükledikten sonra gelecek beğenileri, yorumları beklerken bir Amerikan zincir restoranındaki beyaz yakalılar kuyruğuna girebilir, makine sesleri arasında hazırlanıp plastik bir tabağın içerisinde sunulan plastik bardaktaki kahve eşliğinde birkaç dakika düşünebiliriz, evet. Peki, akıllı telefonlarımızdan yarım yamalak malumat edinmekle yetinip onun bunun hayatını dikizlemeye, kendi hayatımızı da teşhir malı gibi vitrine koymaya koşullandığımız bir çağda; suretimizi ekranımızda görmeye bayıldığımız, altına yazdığımız özlü sözlere mi yoksa kırmızı rujumuza-aralık dudaklarımıza-ince ayarlı dekoltemize ya da kaslı kollarımıza-seksi gülüşümüze-vaatkâr cümlelerimize mi geldiğini tam bilemediğimiz ve esas olarak da bu belirsizlikte çapkınca tatlar bulduğumuz bir çağda; hayatımızı paylaştığımız insanlara değil uzaktakilere hayranlığımızı sunduğumuz, gösterilmeyenden habersiz kalıp gösterilenlere çekirgeler gibi üşüştüğümüz bir çağda… Bu cümle sabaha kadar uzayabilir, işte öyle bir çağda, düşünebilir miyiz hâlâ?
Tam beş yıl önce Cumhuriyet’te yayımladığım bir makalemde hatırlatmıştım 1670 yılındaki ‘Düşünceler’iyle Pascal’ı, tekrar hatırlatmakta sakınca yok, nasılsa yine unuturuz:

“İnsan bir saz gibidir, doğadaki en güçsüz şey; ama düşünen bir saz. İnsanı ezmek için evrenin tümüyle silahlanması gerekmez; onu öldürmeye hafif bir rüzgâr esintisi ya da bir damla su yeter. Evren insanı ezdiğinde bile, insan kendisini yok eden evrenden daha soylu olurdu; çünkü insan öldüğünü de bilir, evrenin onun üzerindeki üstünlüğünü de. Oysa evren bunların bir tekini bile bilmez. Öyleyse bütün değerimiz düşünceye bağlıdır. Başımızı dik tutabilmemiz için gereken destek noktası düşüncedir, bütünüyle doldurmayı hiçbir zaman başaramayacağımız zaman ve mekân değil. Öyleyse iyi düşünmeye çalışalım; ahlakın ilkesi budur işte.”

Zamanı bütünüyle dolduramayacağız, bizden milyonlarca yıl öncesi, bizden milyonlarca yıl sonrası hep olacak, elbet biz de unutulup gideceğiz, telaşa mahal yok. Mekânı doldurmaya en bencil, en kendine âşığımızın bile egosu yetmez, biraz sakinleşmemiz gerek, durulup demlenmemiz… Geriye düşünce kalıyor, başımızı dik tutabilmemiz, gönül aynamızda gözlerimize uzun uzun bakıp hesabımızı dürüstçe verdikten sonra uzanıp kendi yanaklarımızdan öpebilmemiz için, bir o kalıyor geriye, düşünce.

“Bu suret mülküne mihmana geldim” diyor, Eşrefoğlu Rumi. Suretini gizleyip dağlardan meydan okuyor Subcomandante Marcos, kapitalizmin uçsuz bucaksız zannedilen düzlüklerine. Acele etmesini, koşmasını, çabuk olmasını söylüyor anne/baba çocuğuna, onu okula bırakıp kendi(leri) de işe yetişecek, okul önünde fotoğraf çekip takipçilerinin ilgisine sunmayı da ihmal etmiyor(lar) ya, boşluk işte tam orada uğulduyor, meselenin bam teli tam da orada. On dakika erken kalkıp harikulade bir müzik eşliğinde kahvaltı ederek de başlayabilirlerdi güne. Ama çok yorgunlardı, ev işleri-şirket işleri derken ne yanlarında yatan hayat arkadaşlarına (o da bir yabancıdan başkası değildi artık) ne kendilerine ayıracak vakit yoktu. Oysa çok değil yüz yıl sonra ne anne kalacak ne baba ne de çocuk, küller küllere tozlar tozlara. Fotoğraf, tüm bunların gizli bilgisiyle çekiliyor, bu amansız çarklar arasında kalmaya rıza gösterdikçe kapanmayacak yaraların kanı akıyor fotoğraflardan. Hiçbir aile albümüne konulmayıp uzay boşluğundaki birtakım internet uygulamalarında dolaşıma sokulan gülümsemeler, hiç kimsenin yıllar sonra ellerinin arasına alıp tozunu üfledikten sonra usulcacık okşayamayacağı kareler, bir tuşa dokunarak gönderilmiş kalplerle beyhude sevilip övüldükten sonra hazin bir yok oluşa terk ediliyor.

Öyleyse, neyi kaybettiğini hatırla: Parmağını telefon ekranında kaydırıp başkalarının hayatlarına saniyeler içerisinde konup geçerken, bir sergideki tabloyu, ağaç dallarının usul usul salınışını ya da sevgili bir insan kalbini temaşa etmeyi; kulaklıkla müzik dinlerken dost meclisinde incesazı, meşki; oradan buradan aşırılmış karmakarışık fikir kırıntılarını pazarlarken bilgi için dökülmesi gereken teri; tabletine gömülüp dizi izlerken, battaniye altında öpüşüp koklaşarak yahut bir sinema salonunda yüzlerce kişiyle aynı anda heyecanlanarak seyredilen bir filmin bellekte bırakacağı izi; hadi yine en baştaki derdimize dönelim, paldır küldür koşturduğumuz çocuğumuzun elini sımsıkı tutup, avuçlarımızda yiten avuçlarıyla gizlice kederlensek de, kabaran denizlerimiz göğsümüzden taşacak gibi olsa da birkaç dakikalığına dünyanın bütün karanlıklarına nanik yaparak çiçeğe, karıncaya, salyangoza bakmayı, hiçbir zenginliğin satın alamayacağı o en büyük zenginliğimizi;
Bu suret mülkündeki konukluğumuzu insana yaraşır kılmayı,

“Bir gün mutlaka yeneceğiz” demeyi,

“Kuracağız her şeyi yeniden”, inanmayı,

“Evet, isyan!”,

“Evet, isyan!”,

“Evet, isyan!”ı unuttuk.