Sanatı siyaset lehine derhal ikinci plana itiveren, yazarlığı istendiğinde olunabilen bir şey sayan anlayışı yadırgayarak soruyorum: Halkına, ülkesine, dünyaya karşı duyduğu sorumlulukta kaç politikacı Dickens’la, Tolstoy’la, Yaşar Kemal’le boy ölçüşebilir?

Cambazhane Maskaralığı

Önceki yıllarda Umberto Eco, Milan Kundera, Doris Lessing, Paul Auster gibi romancılara verildiği söylenen ödüle Selahattin Demirtaş’ın aday gösterildiği haberini okuyup tribün tezahüratlarını andıran coşkuya tanık olunca, ölçüsü kalmamış toplumların her alanda saçmalamaya yazgılı olduklarını düşündüm.

Kendisinin hukuksuz biçimde hapis yattığını düşünen yurttaş olarak da, tutkulu edebiyatsever olarak da, şiire-yazıya az çok emek veren insan olarak da diyeceğim, Selahattin Demirtaş’ın o adlarla aynı kulvarda anılamayacağı, bunun da değerini eksiltmeyeceği, maruz kaldığı haksızlıkları telafi etmenin yolunun hiç kuşkusuz bu ölçüsüzlükten geçmediğidir. Yapılanı politik gerekçelerle savunmaksa, sadece yazınsal-estetik değil, etik bir meseledir.

Demirtaş’ın öykü kitabının arka kapak yazılarından birini yazan Oya Baydar, “Keşke halkına, ülkesine, dünyaya karşı duyduğu sorumluluk ağır basmasaydı da yazar olsaydı diye hayıflandım. Sonra, edebiyat-sanat damarımın bencilliğinden utandım. O zaman, edebiyat bir yazar kazanacak ama Türkiye Demirtaş kalibresinde bir siyasetçiden, geleceğin önemli bir liderinden, barış ve özgürlük umudundan yoksun kalacaktı” diyor. Bu, romancı cümlesi değil, politikacı cümlesi. Sanatı siyaset lehine derhal ikinci plana itiveren, yazarlığı istendiğinde olunabilen bir şey sayan anlayışı yadırgayarak soruyorum: Halkına, ülkesine, dünyaya karşı duyduğu sorumlulukta kaç politikacı Dickens’la, Tolstoy’la, Yaşar Kemal’le boy ölçüşebilir?

Şiir, edebiyat, sanat bencil insanların değil, yürekleri sorumluluk bilinciyle çarpanların harcı. Kandili göğsünde yananlardan Aziz Nesin’in ‘Okuma Güncesi’nden bölümler paylaşayım ki görelim, günlük siyasi hesapları ya da duygusal abartıları aşan hangi tutarlı ölçüler getirilebiliyormuş edebiyata:

“35 yaşındayken benim daha kitabım bile yoktu” diyor Nesin. Ne zaman söylüyor bunu, biliyor musunuz? Kundera’nın o yaşlarda yayımladığı ‘Şaka’ romanına hayran kaldıktan sonra. ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni okuyup Tezer Özlü’de yazıncılık mührü olduğunu vurgularken uyarmayı da ihmal etmiyor: “İçten, gerçek, özyaşam ve anı. Ne var ki roman değil. Çünkü olaylara, dünyaya, çevresine, her şeye salt kendi eleştirel bakışıyla bakıyor. Hele bir de başkalarını anlatsın bakalım.”

Aziz Nesin’in her değerlendirmesini geçerli mi saymalıyız? Hayır. Yetenekleri ve eksikleri, erdemleri ve kusurlarıyla bir insan, ama ölçütleri olan bir insandan söz ediyoruz. “Klasikler sürgit klasik kalamazlar. Dökülenler dökülür, kalanlar o günün klasiğidir. Eskiden değerli sayılmış diye, neden bugün için değeri kalmamış bir yapıtı okumak zorunda kalayım?

Ben bir okurum, yazın tarihçisi değil.” Alın size klasiklere dair ilke! Demek ki okur için roman, yaşadığı çağa göre değerli ya da değersizdir. Günün beğenisini aşarak geleceğin değerlerini taşıyana da öncü yapıt diyebiliriz.

Yapıtın sayfa sayısı arttıkça uzun öykü, daha da artarsa roman mı olur? “Öyküde yeni bir dünya kurulamayabilir, öykünün oylumu buna elverişli değildir ama uzun öykü ve romanlarda yeni bir dünya kurmak gerekir” diyerek ekliyor Aziz Nesin: “Roman sanatının yazarların yaşlılık sanatı olması, ancak yaşlılıkta iyi romanın yazılabilmesi kuralı -ki Lermontov, Kundera gibi pek az örnek bu kuralı bozmayan olağanüstü ayrıcalıklardır- bundan, yani romanda yeni bir dünya yaratmak ve onun ölçülerini koymaktan ileri gelmektedir. Romanda zaman ölçüsü, uzam ölçüsü, ahlak ölçüsü, değer ölçüsü, boyut ölçüleri, bütün ölçüler başkadır. İnsanın genç yaşında, yaşadığı dünyanın ölçülerinden ayrı ölçülerde, başka bir dünya yaratması zor, çok zordur.”

Bütün bunları benimsemeye mecbur değiliz elbet. Örneğin, Aziz Nesin’in şiir beğenisinin çağdışı kaldığını, modern şiiri anlamasını sağlayacak düşünsel sıçramayı gerçekleştiremediği için Turgut Uyar’dan tat alamadığını söyler, bir kitap dolusu yazımı da tezime dayanak yaparım; “Bence roman budur, bana göre öykü şöyle olmalıdır” der, muhataplarımın da adamakıllı tanımlarla gelmelerini beklerim, hepsi bu. “Roman her şeyden önce dramdır ki o da insanın muazzam bir çatışma sonunda içine düşüp çıkamadığı durumdur” cümlesiyle Anna Karenina’yı, Jean ValJean’ı, Kaptan Ahab’ı anlatacak çerçeveyi çizer, bir anlatının yazın başyapıtı olup roman olamayabileceğini bu ölçülerle açıklarım.

Bizde sıkça yapılanı yaparak “Has sanatçı, nehir roman, yepyeni bir soluk” diye övgüler düzmek, ödül kulislerinde boy göstermek, başımızı ağrıtmadan işimize-ekmeğimize bakmak da mümkün. Nasılsa, edebiyatı cambazhane maskaralıklarıyla karıştıranlar, Necip Fazıl’ın Mehmetçik için yazdığı gibi, “Onun makamını şan ve şerefle ölçebilecek ne bir tartı ne bir endaze, ne bir kıyas ne bir mikyas vardır” diyecekleri bir ulu kişi bulurlar daima. Alkışlayanları da çok olur.