Çürüdük. Midemiz kokuşmuşluğumuzu kaldırmıyor artık. Öfkeden korkuya, çaresizlikten utanca pek çok duyguda serbest düşüşteyiz. Çünkü ‘küçüklerimizi koruyamıyoruz’! Cemaatin yurtlarında, devletin hapishanelerinde tecavüze uğruyorlar; birisinin cenazesi buzdolabında defnedilmeyi, diğerinin cansız bedeni dere kenarında bulunmayı bekliyor. Ülkenin ‘büyükleri’, ülkenin ‘küçüklerini’ ne açlıktan, ne yokluktan; ne şiddetten, ne tecavüzden koruyabiliyor. Aladağ’da eriyen plastik yurt kapılarının ardına hapsolup ölen öğrencileri hatırlıyorsunuz değil mi? Peki ya Pozantı Cezaevi’nde tecavüze uğrayanları...?

•••

11’i çocuk 12 kişinin öldüğü Aladağ’da ilçe milli eğitim müdürüne kınama, yurtta yangın tatbikatının yapıldığına dair sahte rapor hazırlayan iki memura da bir günlük maaş kesme cezası verildi. Pozantı’da taciz ve tecavüze uğrayan 4 çocuk devlet malına zarar verdiği gerekçesiyle müebbetle yargılanırken, 20 zanlı hakkında yapılan suç duyuruları takipsizlikle sonuçlandı. Haberi yapan gazeteci tutuklanırken, görevden alınması beklenen cezaevi yönetimi terfi ettirildi. Karaman’da Ensar Vakfı’na ait yurtlarda onlarca çocuğun cinsel istismara uğradığı ortaya çıktığında, sorumluluğu bulunan hiçbir vakıf ve kamu görevlisi hakkında işlem yapılmadı. Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu’nun, skandalın yaşandığı Ensar Vakfı’nın incelenmesi taleplerini “bunun bir kere yaşanmış olması, hizmetleriyle ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” diyerek reddetmesi, iktidarın tarafını mağdur çocuklar yerine vakıftan yana seçmesinin ilanıydı. Çocuk istismarının önlenmesi için Meclis’te araştırma komisyonu kurulması ve Bakan Ramazanoğlu’nun konuyla ilgili ihmali bulunduğu gerekçesiyle hakkında verilen gensoru önergesi iktidar oylarıyla reddedildi. AKP’li vekillerin, çocukların istismara uğramasına neden olan ihmallerin araştırılmasına ve sorumluların ortaya çıkarılmasına engel olduktan sonra Türkiye siyasetine kazandırdıkları o neşeli tebrik fotoğrafları da unutulmaz bir utanmazlık örneği olarak tarihteki yerini aldı. İstanbul’daki Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne beş ayda 38’i 15 yaşın altında olmak üzere 18 yaşından küçük 115 çocuğun hamile olarak geldiğini ve suçun gerekli yerlere bildiriminin yapılmadığını tespit edip şikayette bulunan sosyal hizmet uzmanı sürgün edildi, hakkında soruşturma açıldı ama valilik hastane yönetiminin ‘görevini ihmal etmediğine’ karar vererek savcılığa soruşturma izni vermedi.

•••

Peşi sıra yaşadığımız bu acılara son olarak 8 yaşındaki Eylül ve 4 yaşındaki Leyla’nın kaybı eklendi; ve yazıklar olsun ki, biz yine karşı karşıya olduğumuz bu feci, bu yıkıcı, bu yakıcı sorunla nasıl mücadele edebileceğimizi, nasıl akılcı ve kalıcı çözümler üretebileceğimizi konuşacakken, uygulandığı ülkelerde hiçbir caydırıcı etkisine rastlanmadığı gibi, devleti; suçu azaltmak ve suçluyu ıslah etmek yerine intikamcı ve cinayeti meşrulaştıran bir konuma taşıyan idam tartışmalarının içine batmış, kavga eder halde buluyoruz. İdam cezası suçu azaltmıyor ancak şiddet şiddeti hızla çoğaltıyor. Oysa yaşadığımız pek çok acı örnekte görüldüğü gibi, zaman aşımı-iyi hal indirimleri-tecavüzcüyle evlendirme-evlilik yaşının düşürülmesi-travmayı artıran adli tıp süreçleri-kurum ya da kişi ihmallerinde cezasızlık gibi, çözüm yerine mağduru daha da mağdur edecek yöntemlerde ısrar edildiğini görüyoruz. Toplum, çürümeye karşı haklı bir tepki gösteriyor. Ama bu öfkeyi, intikamcı bir tavırla; ölümü, öldürmeyi yücelterek ve bu motivasyonla bir ceza sistemi oluşturarak bastırmak mümkün değil; çünkü idam hiçbir zaman suçu engelleyemedi, engellemeyecek. İdam talebiyle, çözümü suç yerine suçluyu ortadan kaldırmakta arayan bir yönetim tartışmasız acz içindedir. Bu çürümüşlükten kurtulmak için güçlünün güçsüz üzerinde baskı kurarak yol almasına fırsat vermeyen adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum arzusunu ilerici eğitim politikalarıyla güçlendirmekten başka çaremiz yok.