Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili yazmak içimden gelmiyor diye yazmıştım. Gelmiyor, çünkü ne cumhurbaşkanlığı makamının siyasallaşması hoşuma gidiyor, ne de bu yarıştan umutlu bir sonuç bekliyorum. Daha önceki yazılarda değindiğim gibi, yaşadığımız dramatik gelişmeler daha ilgimi çekiyor.

Torba yasalar mesela! Aksiyon’da Ali Aslan Kılıç, son altı ayda 9’unun yasalaştığı, 10’uncusun görüşüldüğü torba yasalarla ilgili yazdığı yazıya, güzel bir deyişle ”dikte hukuk” başlığını atmış. Her bir torba yasa birbiriyle ilgisiz onlarca konuyu ele alıp, onlarca yasa maddesine değişiklik yaparken, yasalar torba olmaktan çıkıp çuvala dönüştüğü gibi, muhalefetin işlevsiz bırakıldığı bir Meclis’ten çıkan yasalar da “yasal” olmaktan çok, keyfi ve zorba düzen yaratmakta. 10. torba yasa da yasalaştı; 61 madde ile Meclis’e gelmiş, Bütçe ve Plan Komisyonu’nda verilen önergelerle 150 maddeye ulaşmış durumda. İçinde, taşeron işçilerden üniversitelere uzanan birçok madde olsa da, seçim öncesi ısrarla çıkarılmak istenen bu torba yasa , daha çok SSK ve Bağkur borçlarının affından vergi affına, kamu alacaklarının tahsilatından özelleştirmelere kadar akçeli konularla ilgili. Madende çalışanlara yönelik düzenlemelerle okkalı bir “vitrin” de ihmal edilmediğinden, seçim yatırımı tamamlanmış durumda.

Maden işçilerine yönelik ve çalışma koşullarını iyileştirmeye  yönelik düzenlemelere diyecek bir şeyimiz yok tabii; olsa olsa eksik buluruz. Hatta bu çalışma koşullarını niye bedenlerini ortaya koyarak çalışan tüm işçiler için istemeyelim! Ancak düzenleme biçimini ve torba yasalarla yaratılan “dikte hukukunu” onaylamamıza  olanak yok. Hoş, onlar da senin benim onaylamamızı istiyor değiller; göz diktikleri oylar belli, nasıl alacaklarının hesabı da ortada!

150 maddelik bir torba yasanın kabulüne bakarsak Meclis harıl harıl çalışıyor diyeceğiz ama sıra yolsuzluklarla ilgili fezlekelere gelince, Meclis’te saklambaç oynanıyor. Tam, 6 aylık beklemeden sonra nihayet Komisyon kuruldu, görüşmeler başlar diye beklerken, bu kez de dosyaların içindeki evrakların listelendiği “dizi pusulası” mı neymiş, o eksikmiş, bekleniyormuş! Şu işe bakın, artık “trafoya kedi girdi” misali söylemlerle yaşayacağımız demek! “Milli irade dediğin de çocuk misali canım; ya elma şekeri verip avutmak, ya da öcü gelecek diye korkutmak yeter” diyorlar, herhal!

Bu kadar kaygı uyandıran konu varken, “ne seçimi kardeş, nereye gidiyoruz bir baksanıza” diyeceğim geliyor ama Demirtaş’tan söz etmeden geçemeyeceğim.

Benim için de, adaylar arasında en heyecan uyandıran Selahattin Demirtaş. Gençliği, samimi duruşu ve radikal söylemi kadar adaylığının taşıdığı anlam açısından da heyecan verici. 30 yılı geçen bir kimlik reddi ve buna dayalı bir mücadeleden-mücadele ne demek, savaştan- sonra Kürt kimliğiyle cumhurbaşkanlığı seçimine giren bir adayımız var.  Yalnız ona değil, bize de ne mutlu!

Ne mutlu, çünkü inkarı ve savaşı geride bıraktığımızın, artık silahları değil siyaseti konuşturmayı başarabileceğimizi önemli bir göstergesi bu. Bu nedenle, düşünüyorum ve umuyorum ki, Demirtaş, yalnız Kürtlere değil tüm Türkiye’ye konuştukça, yalnız Kürtler için değil farklılıkları nedeniyle sinmiş, ürkmüş tüm insanlara hitap ettikçe, lidere değil halklara ve insanlara demokrasi dedikçe, doğanın ve  tüm canlıların yaşam hakkından söz ettikçe ve de en önemlisi içimizden biri gibi aramızda dolaştıkça barışa ve birlikte yaşamaya daha fazla yaklaşacağız. Demirtaş’ın adaylığında beni en çok heyecanlandıran nokta, adaylığının taşıdığı bu anlam ve verdiği umut.

Kuşkusuz, ortaya koyduğu ve “yeni yaşam belgesi” adını verdiği gelecek vizyonu da ilgimi çekiyor. Taht kavgaları olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşecek bir demokratikleşmeyi, devletin küçülmesi ile iktidarın yerelleşmesi ve toplumsallaşmasını, halklar, mezhepler, diller ve cinsiyet farklılıklarının özgürce var olmasını, doğanın korunması ve tüm canlılara yaşam hakkının tanınmasını, kadın ve gençlerin vitrin olmaktan çıkarılıp karar-verici konuma gelmelerini ve de özgürlük kadar eşitlik ve dayanışmayı dikkate alan politikaların güç kazanmasını ben de istiyorum. Kuşkusuz bunlar çoktandır konuşuluyor bu ülkede ama şimdi siyasal alanda ve en tepedeki makama aday olan biri bunları söylüyor ki, önemli. O söyledikçe, kulakların pası silinmese, diller çözülmese bile kimi gönüllerde uyanışlar olacaktır diye düşünüyorum.

Bu durumda, medyada bazı yazarların yaptığı gibi, ben de Demirtaş’ı “gönlümün adayı” diye ilan edebilirim. Ancak, bugünkü sistemde Cumhurbaşkanlığı makamı söylenenleri gerçekliğe dönüştürecek makam değil. Parlamenter sistem var olacaksa, bunların çözüm yeri parlamento ve hükümetler. Yok,  cumhurbaşkanlığından bunlar beklenecekse, o zaman da başkanlık sistemine gönlümüzün yatmış olması gerek ki, benim gönlüm hiç ondan yana değil.

Bu nedenle de, umuyor ve istiyorum ki, Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı yarışında asıl genel seçimler için hazırlansın ve yol alsın. Mesela, genel seçimlerde 60’larda Sadun Aren’in, Mehmet Ali Aybar’ın, 70’lerde  Ecevit’in yaptığı gibi bu halkı gönlünden yakalayacak söylemler bulsun. Onların siyaset dünyasında yarattığı heyecan gibi, o da bugün köpüğe dönmüş siyasetimize bir gerçeklik, bir yaşam  katabilsin.

O yüzden uzun yolu açık olsun diyorum.