Tıpkı yaşayan bedenler gibi, ölü bedenler de kaçamaz siyasetten. Kim nasıl gömülecek, nereye gömülecek, arkasından neler söylenecek, yas tutulacak mı tutulmayacak mı, bunların hepsi siyasetin konusudur, bunların hepsi politik birer sorudur, sorundur.

İktidar olarak toplumu tam ortasından ikiye böldüğünüzde, siyaseti bütünüyle “dost-düşman ayrımı” üzerine kurduğunuzda, “biz ve onlar” söylemini merkeze koyduğunuzda, topluma “şehit” olmakla “terörist” olmak arasında başka bir seçenek bırakmadığınızda, velhasıl siyaseti bir ölüm siyasetine dönüştürdüğünüzde, kaçınılmaz olarak ölmeyi ve öldürmeyi güzellemeye, yüceltmeye başlarsınız.

Politik “biz”in dışında bırakılanlar, “millet”e dahil edil(e)meyenler, hayatları yaşanmaya değer bulunmayanlardır aynı zamanda ve yaşanmaya değer hayatların ortadan kaldırılması ise cinayetten sayılmayacaktır. Berkin’i bir gaz fişeğiyle vurabilirsiniz, evini basıp Dilek Doğan’ı katledebilirsiniz, Uğur Kurt’u bir cemevi avlusunda “yanlışlıkla” öldürebilirsiniz ama bu çok da önemli değildir, tam da milletten, “biz”den sayılmadıkları için hayatları yaşanmaya değer bulunmayanların ölümleri de cinayetten sayılmaz, katilleri cezalandırılmaz.

“Biz”e dahil olmayanların, hayatları yaşanmaya değer bulunmayanların, öldürülmeleri cinayetten sayılmayanların yası da tutulmaz, “onlar kategorisine dâhil edilenler için “kamusal yas” çağrısında bulunulmaz. Politik “biz”in parçası Suud kralı için resmi yas ilan edilir örneğin, bayraklar yarıya iner, lakin ceplerinde bu ülkenin kimliğini taşıdıkları, yani resmi olarak vatandaşı oldukları halde, “onlar” diye kodlananlar Suruç’ta ya da 10 Ekim’de onar onar katledildiklerinde bir yas çağrısı yapılmaz, televizyonlar, radyolar, gazeteler kolektif bir matem havasında çıkmaz, “onlar”ın yası tutulmaz.

Politik “biz”e dâhil edilenlerin cenaze törenlerini görürüz, biliriz, “devletin zirvesi cenazede buluştu” haberleri “milli hazzı” doruk noktasına ulaştırır, cenaze törenleri devlet-vatan-millet üçlüsünün tekrar ve tekrar üretildiği milliyetçi ayinlerdir, “biz” kendisini tam da ölü bedenler üzerinden yeniden kurar, cenazeler her seferinde “biz”e dair birer plebisite dönüşür.

Oysa “onlar”ın cenazelerinin kamusal görünürlüğü yoktur, televizyonlarda görmez, gazetelerde okumayız ölenlerin nasıl gömüldüğünü, kaç aylık nişanlılardı, kaç yıllık evlilerdi, kaç çocukları vardı, geleceğe dair hayalleri nelerdi bilmeyiz, duymayız, konuşmayız. Dahası, siyasetin bir “ölüm siyaseti”ne dönüşmesiyle birlikte, en son hak olan gömülme hakkı da gasp edilir. Kimi zaman küçücük bedenleri bir derin dondurucuda saklanır, kimi zaman sokağın ortasında günlerce yatar, kimi zaman sınırın öbür tarafındaki bir morgda aylarca bekletilir “onlar”ın.

Kimi zaman ise doğdukları ya da yaşadıkları yere gömülmelerine izin verilmez, mezarları açılır, mezar taşları parçalanır. Bir annenin sırf çocuğunun cesedini çıkarmasınlar diye mezarının üzerine beton döktürmek zorunda kalması, sözünü ettiğim durumun sınır-örneklerinden biridir; anne çocuğunu koyacak bir mezar yeri bulmuştur bulmasına ama ölü bedeninin rahat bırakılmayacağından o kadar emindir ki, o betonu döktürmek zorundadır mezara.

Bazen de oğulların ve kızların cenazelerinin peşine düşer anne babalar. Devlet dersinde öldürülmüşlerdir çocuklar ve devlet bir mezar taşları dahi olmasın isterken, anne babalar kemiklerini dahi olsa gömebilecekleri bir mezar yeri olsun, başlarına bir mezar taşı dikip, oğullarının, kızlarının adını soyadını yazabilsinler, bayramlarda ziyaretine gidebilsinler, toprağına bir tas su dökebilsinler, arkasından bir dua okuyabilsin isterler.

Oğlunun bir torbaya doldurulmuş kemiklerini devletten alabilmek için kendisi bir deri bir kemik kalmayı, üstelik o yaşta göze almak, buna mecbur kalmış olmak, bu ülkenin, bu toplumun, bizim hepimizin, yerin, göğün utancıdır. Çocuğunun ölü bedenine kavuşmak için kendi bedenini ölmeye yatırmak, bunu göze almak muazzam bir cesarettir ama bunu yapmak zorunda bırakılmak ayıptır, zulümdür, cinayettir.

Olağanüstü halin süreklileştiği, siyasetin ölüm siyasetine, yani sıfır noktasına indirgendiği zamanlarda yaşıyoruz, ölüm siyasetinin yürütücülerine karşı, yaşamayı her şeyden çok sevenlerin kendi bedenlerini ölmeye yatırmaktan kaçınmadıkları, ölümle yaşamın doğrudan karşı karşıya geldiği zor zamanlarda. Ankara’da iki eğitimci, Dersim’de bir baba, bedenlerini bir silaha dönüştürerek, bütün bir iktidar konfigürasyonunu, bütün bir olağanüstü hal mantığını, bütün bir ölüm siyasetini tarumar edebiliyorlar, şaşkınlığa ve çaresizliğe sürükleyebiliyorlar.

Alman filozof Walter Benjamin “düşman galip geldiğinde, ölüler bile kendilerini bu düşmandan kurtaramayacak” demişti, ölüleri ve yaşayanları kurtarmak için siyasete ihtiyacımız var, “aslolan hayattır” diyebileceğimiz, kimsenin ölmeye yatmaya mecbur kalmayacağı, ölüme karşı yaşamı savunmak adına ölüm siyasetinin tam karşısına koyacağımız bir yaşam siyasetine ihtiyacımız var.