IŞİD kaçırdığı iki Türk askerini yakarak infaz edişinin görüntülerini bundan yaklaşık bir yıl önce, 22 Aralık 2016’da sosyal medya üzerinden paylaştı ve sonrasında yaşananlar içinden geçtiğimiz dönemin ahlaki bir çöküş dönemi olduğunu bütün çıplaklığıyla bir kez daha ortaya koydu. “Zamanın ruhu”nun yaldızının nasıl döküldüğü, düzenin içten içe nasıl çürüdüğü ve insanı nasıl çürüttüğü bu olayla bir kez daha görüldü.

Şehit edebiyatının, vatan millet Sakarya hamasetinin, milliyetçi lafazanlığın, cenaze törenleri üzerinden prim yapmanın bu kadar geçer akçe olduğu bir toplumda, olayın üzerinden geçen yaklaşık bir yıllık zaman dilimi boyunca küçük bir azınlık dışında hiç kimse “Bu askerlere ne oldu, bu görüntüler doğru mu” diye sormadı.

Görüntülerin yayınlandığı geceki toplumsal halet-i ruhiye aynen şu şekildeydi: Kefenle gezmekle bedelli askerlik için çırpınmanın şizofrenisinde hayatlarını devam ettirenler için her şey bir mizansenden ibaretti. Görüntüler montajdı ve hileliydi.

Fırat Kalkanı Operasyonu’nundan rahatsız olanlarca piyasaya sürülmüştü. Böyle şeylere itibar etmemek gerekirdi.

Bu deliliğin bir parçası olmasalar da, konformist dünyalarında kurdukları ve hakikatin sızmasına izin vermedikleri hayatlarında mutlu mesut yaşayanlar ise tıpkı diğerleri gibi ama o konforun bozulmaması adına olan biteni inkârı seçmişlerdi. Hayır, böyle bir şey olamazdı, olsa bile bu görüntüleri paylaşmak doğru değildi. Ellerinden gelse haber yapılmasın, konuşulmasın, unutulsun gitsin isterlerdi, çünkü gerçeği bilmek beraberinde bir şey yapmayı getirecekti ama bir şey yapmanın da bedeli olacaktı ve kimse o bedeli ödemek istemiyordu.

Sonraki günlerde her şey topluma sağcılık tarafından öğretilmiş ikiyüzlü ahlak(sızlığ)a uygun bir şekilde gelişti. Ellerini tabutların üzerine koyup nutuk atarak cenazelerden ikbal devşirenler konuya dair tek kelime etmedi, Misak-ı Milli haritalarıyla “Burası ecdadın tapulu malı” diye ortalıkta gezinenler hakikate gözlerini kapadı, “82 Musul-83 Kerkük” edebiyatı yapanlar böyle bir hadise hiç yaşanmamış gibi davrandı, manşetlerinden her gün milliyetçiliğin kitabını yazanlar meseleye dair tek bir haber yayımlamadı, omzunda apoletle gezinen anlı şanlı köşe yazarlarından bir tanesi tek bir satır bile yazmadı.

Dahası, asker cenazeleri bahane edilerek tertiplenen linç ve yakma-yıkma merasimlerine tuzluk görmüş misali höykürerek koşan, panel, sergi basmayı vatanseverlik sanan, üniversitede solcu öğrencilere satır sallayan, namus bekçiliğine soyunan güruhtan hiç kimse ağzını açmadı. Sahipleri tarafından sokağa çağrılmadıkları için olsa gerek, kuyruklarını kıstırarak “görmedim, duymadım, bilmiyorum”u oynamaya devam ettiler.

Nicedir havuzdan seslenen, üstlendiği İslamcılara koltuk değnekliği görevini tamamen uydurma bir anti-emperyalizm adına savunan Aydınlık cenahı ise en iyi bildikleri “operasyonel gazetecilik”in hakkını vererek, görüntülerin sahte olduğunu savunan bir haberi manşetten duyurdu. Haberde yakılan erlerden biri olan Sefter Taş’tan hiç bahsedilmeksizin Fethi Şahin’in aslında bir IŞİD militanı olduğu, görüntülerin de Fırat Kalkanı’na karşı yürütülen psikolojik savaşın bir parçası olarak devreye sokulduğu iddia ediliyordu.

Velhasıl ortada bu hadiseyi unutmaya, hadise hiç yaşanmamış gibi yapmaya dair neredeyse toplumsal bir mutabakat vardı: Milliyetçiliğin, sağcılığın iki yüzlü ahlak anlayışı ile “bana dokunmayan bin yaşasın”cı konformizm ortak bir noktada, hakikati inkar ve hafızasızlık noktasında buluşmuş, “yokmuş gibi yapmaya” devam etmişlerdi.

Olayın üzerinden neredeyse bir yıl geçmişken ve artık askerlerin aileleri dışındaki neredeyse herkes meseleyi başarılı bir operasyonla unutmuşken, er Sefter Taş’ın babasından bir açıklama geldi, Genelkurmay uzun süren sessizliğini bozmuş ve Taş’ın “şehit” olduğunu kabul etmişti. Baba şöyle diyordu: “Taziyeye geldiler, cenaze namazı kılındı. Şehitlik belgesi verdiler, onun dışında bir açıklama yapılmadı. Şu ana kadar teyit etmek için bu kadar uzun süre beklediklerini söylediler. Bunun için bu zamana bırakmışlar. Cenazeyi bulmak için araştırma yapacak devlet. Ulaşılırsa size teslim edeceğiz dediler. Şu an, anıt yapacaklar.”

Evet, Taş’ın cenazesi ortada yoktu, çünkü IŞİD yanmış bedeni muhtemelen toplu mezarlardan birine gömmüştü ama bu kadar kolaydı işte, bir yıl sonra gayet sıradan bir durummuş gibi kapınızı çalıyor, “Oğlunuz şehit oldu, cenazesi elimizde değil, adına bir anıt yapacağız” diyor ve gıyabında bir cenaze namazı kıldıktan sonra gidiyorlardı. İnsan kalmakta ısrar eden küçük bir kısmı hariç toplum da böyle bir hadise hiç yaşanmamış gibi yapmaya devam ediyordu.

Ece Ayhan, “Meçhul Öğrenci Anıtı” adlı şiirinde şöyle der: “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/Bir teneffüs daha yaşasaydı/Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/Devlet dersinde öldürülmüştür.” Devlet dersinde öldürülen çocuklar sadece Berkin, Ethem, Ali İsmail, Ceylan değildir bu ülkede. Garibanların çocukları askerde de ölür ve eğer ölümleri bir işe yaramıyorsa, oya, güce, makama, saltanata tahvil edilemiyorsa unutulur giderler, kimi zaman cenazeleri bile ulaşmaz ailelerin ellerine, gelir bir baş sağlığı diler, bir anıt sözü verir ve giderler.

Hayatları yaşanmaya değer bulunmayanların, ölümleri de bir işe yaramıyorsa, öldürülmeleri de cinayetten sayılmayacaktır, onlar için kamusal yas talep edilmeyecektir, yas tutulmayacaktır. Toplumsalın yıkımı burada başlar, sağcılığın ikiyüzlü ahlak anlayışının çürüttüğü şey toplumsallıktır, kamusallıktır. Hayatı savunmakla toplumsal ve kamusalı, toplumsalın ve kamusalın siyasetini savunmak, çürümeye karşı durmakla bu ikiyüzlü ahlak anlayışına karşı durmak artık iç içe geçmiş durumdadır. Siyasetin sıfır noktasına, yani ölüm siyasetine indirgendiği günümüz Türkiye’sinde başlangıç noktası tam olarak burasıdır.