13 Ekim 2015 günü, Türkiye ile İzlanda milli futbol takımları Avrupa Şampiyonası için Konya’da karşı karşıya geldi. IŞİD’in intihar bombacılarının Ankara Garı’nın önünde yüz insanı katletmesinin üzerinden sadece üç gün geçmişti ve maç öncesi saygı duruşu yapılacaktı. Saygı duruşuyla birlikte tribünlerden ıslıklar, yuhalamalar gelmeye, tekbir sesleri yükselmeye başladı. Ülkenin başkentinde öldürülmüş insanları, başka bir şehirdeki insanlar yuhalıyor, ıslıklıyor, maç boyunca taşkın bir eğlence eşliğinde korkunç bir zalimlik ayini, bir kötülük müsameresi gerçekleştiriliyordu.

İşte o milli takım, Avrupa Şampiyonası’na gitti, ego delisi bir hocanın yönetiminde berbat bir futbol sergiledi ve daha ilk turdan elendi. Asıl işleri futbol oynamak olan ve dünyanın parasını hak etmedikleri bir şekilde kazanan hocanın ve oyuncuların ise, işlerini iyi yapmadıkları için kendilerini eleştirenlere bir küfür etmedikleri kaldı. Gruptan çıkmak için küçük bir şansları ortaya çıktığında sergiledikleri tutumsa görülmeye değerdi: “Biz bitti demeden bitmemişti işte”, Türkiye’ye dönecek ve herkesten hesap soracaklardı, kimse onlara o cümleleri sarf edemezdi… Gruptan çıkmayı başaramadıklarında sığındıkları yerse hiç şaşırtıcı değildi: Hepsi vatan için ölmeye hazırdı, ay yıldızlı bayrağı gururla dalgalandırmışlardı, milletimizin ramazanı mübarek olsundu, hayırlı sahurlardı, falandı, filandı.

Hocasından oyuncusuna milli takımın tutumu “yeni Türkiye” denilen şeyin bir özetiydi aslında: Sorumsuzluk, üste çıkma, kibir, kof kabadayılık, eleştiriye tahammülsüzlük, hesap vermeme. Dahası akla, bilime, eğitimin önemine inanmama, hamasetle, gazla, tekbirle, vatan-millet-Sakarya ile günü kurtarma, durumu idare etme.

IŞİD Türkiye’deki katliamlarına bir yenisini eklediğinde ve Atatürk Havalimanı’nı kana boyadığında tarihler 28 Haziran 2016’yı gösteriyordu. İki gün sonra oynanan Polonya-Portekiz maçının öncesinde İstanbul için bir saygı duruşu yapıldı. On binlerce insan, yurttaşları olmayan, aynı ülkede yaşamadıkları, aynı dili konuşmadıkları insanlar için bir dakika boyunca saygı duruşunda durdular ve sonra alkışlı bir protesto gerçekleştirdiler. Konya’daki kendi yurttaşının ölüsünü yuhalayan insanlıktan çıkış manzarası, burada bir dayanışma gösterisine dönüşmüş, Paris’ten İstanbul’a uzanmıştı.

Türkiye mi? Ölenlerin “muhalif” olmaması nedeniyle olsa gerek, daha önceki IŞİD saldırılarından farklı olarak yaşamını yitiren insanlardan “şehit” diye söz edilse de, IŞİD’in finansörü Suud hanedanının kralı için ilan edilen üç günlük yas, IŞİD’in katlettiği kendi yurttaşlarımıza çok görüldü ve bir günlük yas ilanıyla yetinildi. Atatürk Havalimanı 24 saat geçmeden ve duvarlarda kan izleri, mermi delikleri duruyorken uçuşlara açıldı. Daha saatler önce ölümden dönmüş ve çalışma arkadaşlarını yitirmiş insanların yas tutmalarına izin verilmediği gibi yaşadıkları büyük travma da gözardı edildi. Uçaklar uçmaya, şirketler para kazanmaya, piyasa saltanatını sürmeye devam etti.

Avrupa’da saygı duruşunun yapıldığı maçtan sadece birkaç saat önce ise iktidar köprü açılışındaydı. Teröre en iyi yanıt köprü açmaktı, vatan şehit kanı ile sulanmazsa ancak vatan değil tarla olabilirdi, içimizdeki hizmet aşkını kimse durduramayacaktı. Kurdeleler kesildi, yüzler güldü, konfetiler havada uçuştu, “selfie”ler çekildi. Köprüden açılış şerefine bedava geçen vatandaşların da keyfi yerindeydi, “Adamlar çalışıyor” denilerek iman tazelendi ve köprünün üzerinde Ankara havaları eşliğinde oynandı.

Tüm bunlar “Teröre alışmayacağız, sinmeyeceğiz, hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz” mesajı olsaydı anlaşılabilirdi, ama hayır öyle değildi. İstenen açıkça ölümleri kanıksamamız, sanki hiç yaşanmamış gibi işimize gücümüze devam etmemizdi. Çarklar durmamalı, para akışı kesilmemeli, “şirket” yoluna devam etmeliydi, velhasıl “her şey sermaye için”di.

Toplumları bir arada tutan şeylerden biri ortak acılar karşısında tutulan ortak yas ise Türkiye’yi yönetenlerin kafasında toplum diye bir mefhumun olmadığı, ölümlerin “görev zayiatı” olarak görüldüğü, “vakayı adiye”den sayıldığı ve toplumun da muhafazakârlığın sahte ahlakının egemenliği altında hızla çürüyerek çözüldüğü, havalimanı katliamı ile birlikte bir kez daha görüldü.

Shakespeare’in Hamlet adlı oyunundaki o ünlü repliğe, “Çürüyen bir şeyler var Danimarka krallığında” repliğine atıfla söylersek, evet çürüyen bir şeyler var yurdumuzda; insanı insan olmaktan çıkartan, robotlaştıran, ahlaksızlaştıran bir şeyler. Bu çürümeye teslim olmamak, insan kalmakta ısrar etmek, çaba göstermek gerekiyor. İşte bu yüzden, tutulacak yasımız, biriktirecek hüznümüz ve öfkemiz var.