Anayasa değişikliklerine ilişkin tavırlar üzerine, beklendiği gibi, yoğun  tartışmalar sürüyor.  Daha önce de söyledim: Bu kadar acil

Anayasa değişikliklerine ilişkin tavırlar üzerine, beklendiği gibi, yoğun  tartışmalar sürüyor.  Daha önce de söyledim: Bu kadar acil ve önemli sorunlar varken anayasa değişiklikleriyle ilgili bu tartışmaların toplumsal ve siyasal enerjiyi boşa harcamak olduğunu düşünüyorum. Hele siyasetçiler arasında ve medyadaki tartışmaların çoğunun ne kadar enten püften olduğu veya karşılıklı atışma-sataşmadan öteye gidemediğini düşünürsek, bu enerji ve zaman kaybına üzülmemek mümkün değil.
Kuşkusuz bu vesile ile bazı ilkesel tartışmalara da fırsat doğuyor. Ben de birçok sorunumuzun başında kavram karışıklığı ve kavram kirliliğinin geldiğini düşünerek “aydın”la başlayan kavram tartışmasına “demokrasi” ile devam edeyim istiyorum.
Geçen yazıda, Hasan Bülent Kahraman’ın anayasa değişikliklerine hayır diyenleri sisteme entegre oldukları ve bağımsızlıklarını yitirdiklerinden “gerçek olmayan aydın” kategorisine koymasına karşın, temel alınan konunun geçerli bir ölçüt olup olmaması bir yana, herkesin “kendine göre aydını” olduğu bir dünyada gerçeklik-sahtelik gibi göreceli bir değerlendirmenin başka göreceli değerlendirmelere davetiye çıkarmanın ötesinde bir anlamı olamayacağını söylemeye çalışmıştım.
Aynı söyleşide “demokrat aydın” gibi tanımlamalar da var; demokrat aydınların evet demesi de beklenmekte.
İlk konu, demokrat aydın nitelemesi! Ağız alışkanlığıya kullanıyor olabiliriz; ama ne anlattığı sorunlu.
İlk olarak, hangi sınıf ve kesimden olursa olsun günümüz aydını için, demokrasiyi benimsememek veya ona karşı olmak düşünülecek şey değil. Bu ülkede de Müslüman’ından devletçisine kadar herkes demokrat.
İkinci olarak, demokrasinin ilkeleri, kurumları ve araçları bilinse de,  bunların yorumu niyete ve kişiye göre farklılaştığından herkesin kendine göre aydını gibi, kendine göre demokrasi anlayışı var demek, biraz abartılı olsa da, yanlış olmaz. Hatta askeri darbelerin “demokrasi” için yapıldığı, ülkelerin “demokrasi” (Irak işgali) adına işgal edildiği gibi gerçekleri düşünürsek, abartılı da sayılmaz.
Dolayısıyla demokrat aydın nitelemesi, gerçek aydın gibi içi boş bir niteleme.  Nasıl bir demokrasinin benimsendiği veya ne kadar demokrat olunduğu meselesi tarife muhtaç; her tarif de tartışmaya açık.
İkinci konu, anayasa tartışmalarıyla ilgili gündeme gelen demokrat tavrın niteliği. Burada demokratik duruş, devletçi geleneği, elitist ve bürokratik anlayışı, topluma ayar vermek gibi yaklaşımları aşmış olmak anlamını taşıyor. Söz konusu değişiklikler de, demokrasi adına bir kazanım olarak görülüyor. Örneğin yüksek yargıda Meclis’in ve Cumhurbaşkanı’nın seçimlerine ağırlık verilmesi toplumun iradesini önemsemek olarak nitelendiriliyor ve bu nedenle demokratik bulunuyor.
Öyle ki, anayasa hukukçusu olarak büyük popülarite kazanan Osman Can, yüksek yargıdaki değişikliklerin toplumdan uzak siyaseti bile toplumsallaştıracağını iddia edebilmekte!
Tabii, değişikliklerin bu anlama gelip gelmediği tartışılabilir; tartışılıyor da.
Fakat ondan önce, devlete ve vesayetçi tavra karşı olan bu demokrasi anlayışının, “prosedürel” niteliğini ve yetersizliklerini vurgulamak gerekiyor.
Kuşkusuz bu konu, prosedürel ve fonksiyonel demokrasinin anlamı ve nitelikleri gibi çok yönlü bir tartışmayı gerektirir, buna giremeyeceğim. Yalnızca bir kaç noktayı işaret etmek istiyorum.
Örneğin, prosedürel bir demokrasi anlayışı içinde bile toplumun iradesini önemsemek aslında toplumun ne istediğini önemsemekle ilgilidir; araçlar, yöntemler de bunun içindir. Bir de çarığı, çürüğü çok bir demokrasi varsa, vekillerden önce toplumun ne istediğine ve ihtiyaçlarına daha doğrudan bakmak gerekir. Peki toplum ne diyor?
Yapılan birçok araştırma, bu toplumun özgürlüklerle ilişkisi konusunda oldukça kaygılı laflar etmekte. Son olarak Sevimay’ın söyleşi  yaptığı ( 31 Mayıs 2010) Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu, araştırmalarına dayanarak toplumun özgürlükten önce eşitlik istediğini, en önemli mesele olarak işsizlik, ekonomik istikrarsızlık ve terörü gördüğünü, gelir dağılımı açısından büyük bir adaletsizlik algısı olduğunu, piyasaya güvenmediğini, yaşam koşularındaki iyileşmeyi devletten beklediğini, bu anlamda liberal olmadığını söylüyorlar.
Özetle, bu toplumun demokrasiyi özgürlük gibi idealler nedeniyle değil, fonksiyonel anlamda istediği söyleniyor. Araştırmacılar bu sonucu, demokrasi ve özgürlüklerin genişlemesi açısından, en azından, “kaygı verici” bulmaktalar.
Oysa, gelir dağılımındaki adaletsizlik ortada; piyasada tekelci yapı, vergi kaçağı biliniyor; işsizlik belası büyümüş, herkesin tepesinde; ekonomi denilince para ve faizden başka bir şey konuşulmuyor. Şimdi bu gerçekler varsa, toplumun sorunları saptamada oldukça “gerçekçi”, çözüm açısından da oldukça “basiretli” bir yaklaşımı olduğunu düşünmek mümkün. Örneğin çözümün devletten değil de siyasetten beklendiğini söylesek, yadırgatıcı olur mu?
Kıta Avrupa’sındaki birçok ülkede de halkın büyük çoğunluğu adaletsiz gelir dağılımı, işsizlik gibi sorunların  çözümünü devletten beklemekte. Haa, orada 50-60 yıllık sosyal refah devleti uygulamasının vatandaşlarda bu tür beklentiler oluşturması doğalmış, bu ülkedeki ise devletçi bakışmış gibi bir ayırım yapıyorsanız; sormak gerek. Sosyal devlet anlayışının, her iktidarın “popülizm ve yardımseverlik” anlayışının uygulama alanına dönüştüğü bir ülkede vatandaşın “devletçi” denilen anlayıştan çıkması nasıl beklenir?
Halkın kaygıları vehim değil, gerçek; çözüm de, siyasal yoldan ve devlette demekten başka yol var mı?
Son günlerde yaşananlardan iki örnek. Ülkede geçim sıkıntısı büyük. Buna karşı iktidar 2006’dan buyana ücretlilerin vergi yükünü azaltmak değil, arttırmaktan yana. Bu yoldaki bir yasal düzenleme AYM’de iptal edildiği halde, iktidar kararında israrlı.
İnegöl, Dörtyol derken, çözülemeyen Kürt sorunu ve yaşanan acıların ektiği fırtınalar ortaya çıkıyor.
Şimdi bu toplumun kaygıları da, demokrasiden beklentileri de haklı ve gerçekçi denmez de, ne denir?