Çok uzun zamandır olan bitenleri herhangi bir hukuki çerçevede açıklamak mümkün değil. Siyasi baskılar o kadar arttı ki mahkemeler bile kararlarını hukuki gerekçelerle açıklamaktan imtina ediyor.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Tutsak hukuku üzerine

Prof. Dr. Yaman Akdeniz 

Sevgili Elif Ilgaz’ı bu yazı için bir süredir uğraştırıyorum. Açıkçası elim bir türlü klavyeye gitmiyordu. Murat Sevinç Hoca geçen hafta benim daha önce yapamadığımı yapmış ve bu köşedeki yazısına “Dışarıda, çürüyerek hayatta kalmak” diye başlamış. Kendisine katılmamak mümkün değil çünkü sürekli “insanı çileden çıkaran adaletsizliğe tanık olurken günlük yaşamı devam” ettirmeye çalışıyoruz. 

Bir hukukçu olarak, çok uzun zamandır Türkiye’de olan bitenleri herhangi bir hukuki çerçevede açıklamak mümkün değil. Bunu sosyal medyada yazsam hemen sorarlar “Türkiye’de yasalar, mahkemeler, yargılamalar yok mu?” diye.

Hepsi tabii ki kağıt üstünde var olmakla birlikte ne yasaları uygulayan var ne de mevcut yasaları Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi yüksek mahkemelerin kararları ışığında değerlendiren yargı süreçlerimiz var. Siyasi baskılar o kadar arttı ki, artık mahkemeler bile kararlarını hukuki gerekçelerle açıklamaktan imtina ediyor. Açın bakın Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin 78 sayfalık Gezi kararında bir paragraf hukuki değerlendirme bulabilecek misiniz veya Can Atalay’ın durumuyla ilgili olarak değerlendirme yaparmış gibi yaparken Anayasa Mahkemesi kararlarına “her ne kadar” diye başladığına ve dört tane göstermelik AİHM kararına atıf yaparken en yakın tarihli kararın 2008’den olduğuna şaşıracak mısınız? Sanki AİHM 2008 sonrasında kapatılmış. Keza, bir numaralı tutsak, sevgili Osman Kavala ile ilgili değerlendirmelerde AİHM kararlarının değerlendirildiğini düşünüyorsanız zaten Türkiye’de yaşamıyorsunuz. Bu utanç verici durumu görmek, dile getirmek veya yazmak için ise hukukçu olmak gerekmiyor. 

Durum böyleyken, AİHM’nin Kavala ve Demirtaş kararlarını beğenmeyenler şimdi de AİHM’nin bylock kullanımı ile ilgili Yüksel Yalçınkaya kararını da tabii ki beğenmiyor. Daha da vahimi, Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan da beğenmiyor, “Biz katılmıyoruz” diyebiliyor. Hâlbuki Anayasa’nın 90. maddesine göre AİHM kararları bağlayıcı değil mi? AİHM kararına katılmayan Zühtü Arslan’ın başkanlığını yaptığı Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına ise Türkiye’de katılan veya uygulayan sulh ceza hâkimliği bulmak hiç de kolay değil. Öyle ki, İfade Özgürlüğü Derneği için hazırladığımız 2022 EngelliWeb raporunun başlığını “Sulh Ceza Hakimliklerinin Gölgesinde Anayasa Mahkemesi” olarak belirledik (bkz. https://ifade.org.tr/reports/EngelliWeb_2022.pdf). Raporda da belirttiğimiz üzere, Anayasa Mahkemesi, “ağır ifade ve basın özgürlüğü ihlalleri karşısında sulh ceza hâkimliklerinin gölgesinde çaresiz bir şekilde karanlığa gömülmüş, tamamen etkisiz bir iç hukuk yolu mekanizmasına dönüşmüştür. Hukuk sistemi tamamen alt üst olurken, mevcut yapıda herhangi bir ölçü kalmamış, yüksek yargı, sulh ceza hâkimliklerine mağlup düşmüştür”. 

Adil bir yargılamanın olmadığı bu ortamda da mevcut yapı tamamen “tutsak hukukuna” dönüşmüştür. Dolayısıyla, kendisini ifade eden herkesin tehlike altında olduğu bu yapıda, en hafif bir eleştiriye dahi tahammül edilmezken, ifade ve eleştiriler tamamen söylendikleri veya yazıldıkları bağlamdan kopartılarak, konuşanlar önce sosyal medyada hedef alınmakta, arkasından derhal başlatılan soruşturmalarla Sedef Kabaş, Şebnem Korur Fincancı, Merdan Yanardağ ve en son Ayşenur Arslan da olduğu gibi gözaltına alınmalar ile devam etmekte ve genellikle de tutuklulukla devam etmektedir. Ondan sonra geriye “ilk duruşmada hükümle tahliyeye” veya Ayşenur Arslan da olduğu gibi gözaltı sonrası tutukluluk kararı çıkmamasına sevinmek kalmaktadır. Kaldı ki Ali Hakan Altınay, Yiğit Ali Ekmekci ve Ayşe Mücella Yapıcı’nın mahkûmiyet hükümleri madem iki paragraflık gerekçe ile bozulabiliyorsa, cezaları kesinleşmeden tutuklu kalmalarını tutsak edilmelerinden başka bir gerekçeyle açıklayabiliyor musunuz? Benzer şekilde Barış Pehlivan’ın 5. kez cezaevine girmesini başka türlü açıklamak mümkün mü? Pehlivan da zaten cezaevine girmeden önce bu durumun kendisini “aşan bir süreç olduğunu” herkesin bildiğini ve hatta “kamuoyunun bilgilenme hakkının” gasp edildiğini ve bu mücadeleyi verdiği için hapiste olduğunu belirtmiş. 

Bu yeni yapıda sadece gazeteciler veya insan hakları savunucuları tehlike altında değil. Eğer siz Sezgin Tanrıkulu gibi, bir milletvekili olarak kamuoyunu rahatsız eden konuları sorgulamaya kalkarsanız ve hatta AİHM’in kararlarını gündeme getirirseniz de hemen hakkınızda soruşturma izni verilir. Hatta Pınar Selek gibi dört defa beraat etseniz dahi 25 yıllık bir süreçte ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle 5. defa yargılanabilirsiniz. Ama insanlığa karşı suçlarda zamanaşımı olmaması gerekirken, Sivas Katliamı davasında mahkeme zamanaşımı kararı verebiliyor. Murat Sevinç’in de belirttiği gibi “adaletsizlikte dahi bir ölçü arıyor insan”. 

Tüm bunlarla birlikte, tutsak edilemeyenlerin de arka arkaya açılan “kamusal katılıma karşı stratejik davalar” olarak bilinen SLAPP/tokat davaları ile yıldırılmaya çalışıldığını da unutmamak lazım. Bu tip davalar hem ceza yargılamalarını hem de Çiğdem Toker’in başına geldiği gibi arka arkaya açılan çok sayıda tazminat davalarını içerebiliyor. Amaç tabii ki vaktinizin büyük bir kısmını adliye koridorlarında geçirmenizi sağlamak, bezdirmek, yıldırmak ve en sonunda susturmak. 

Son olarak, çok sevdiğim Osman Kavala’yı, gerçekten çok özlüyorum ve kendisine ve ailesine bu köşeden sabır diliyorum.