TÜİK, mayıs ayı enflasyonunu açıkladı. Yıllık bazda ‘size en son yüzde 73 olur’ dedi. Üstelik bu defa neyle neyi hesapladığını da göstermeden… Nebati’nin gözlerindeki ışıltıdan aldığı ilham ve Erdoğan’ın inadından aldığı güçle son sözünü söyledi. Gelin görün ki bebek mamasından kalem pile, beyaz peynirden çereze alarm takılıp kilit altına alınan onlarca ürüne sütün de eklendiğini görenler şaşırdı bu işe. Ne demek aylık sadece yüzde 3 enflasyon!? Sütü, peyniri, yumurtayı son bir yılda yüzde 60 zamlı alanlar; tezgâhta 45 liraya kiraz, 48 liraya fasulye görenler şokta. Benzin ve motorinin 26 lirayı geçmesiyle değil aya sert inmeyi, arabasıyla köye giriş yapmayı dahi hayal edemeyenlerin aklı almadı. Doğalgaza yüzde 30, elektriğe yüzde 15 zam haberini alanların omuzları çökük. Ekmeğe yüzde 53 zam gelecek diyor fırıncı. Makarna, un, bulgur lüks tüketime giriyor artık. Et, yeni fiyatıyla sahneye giriş yapmak için bekliyor. Nebati’ye göre başarılı ekonomi politikaları meyvesini ha verdi ha verecek! Ülkece dalından düşmesini bekliyoruz. Erdoğan ise kararsız, bir gün “Aç kalan yok, vicdansızlık yapmayın”, ertesi gün “Aç sefil geziyor ama rakıyı, birayı almaktan geri durmuyor” diyor. Açın kafası karışmaz, aç bir tek onu bilir. Ne gözlerdeki ışıltı, ne nas, ne pas, ne naz… Aç, yalnız karnındaki boşluğu bilir.

***


Merkez Bankası faizi bir kez daha sabit tuttu. Halkın parası serbest düşüşte, tutanı yok. Dövizin ayağı gaz pedalında, hep tetikte. Bilim uyarıyor; gün itibarıyla Türkiye’de yıllık enflasyon yüzde 73 değil, yüzde 160 diye. Yaşıyoruz işte. Pazarda tezgâh altında çürük domates yok. Çöpler bile boş. Artık faiz yükseltilse bile, enflasyonu düşüreceğine dair bir garantisi yok. Tıpkı düşük faizin ekonomiyi şahlandırıp büyüteceği anlamına gelmediği gibi. Bilim açık konuşuyor, karşılaştırıyor, akla davet ediyor. Üç tarafı denizlerle çevrili, toprağı bereketli, dört mevsim yaşanabilen memleketimiz temel gıdada ithalata bağımlı bir ülke haline nasıl geldi? Ürettiğinden fazlasını tüketme ‘cesareti’ nereden alındı? Köprüye, otoyola geçiş; hastaneye, havalimanına müşteri garantisi verirken, toprağı işleyip ekenden, hayvanı besleyip büyütenden yüzünü çevirme şımarıklığına nasıl oldu da tutulundu? Demokrasi çiğnene çiğnene oldu tüm bunlar. Demokrasiyi kendine amaç değil, araç yapan düşünceyle yüründü bu yollar. Halka değil, şahsa hizmeti öne koyan liderlik sevdası aldı akılları baştan. “Gezi vandalizminin ülkemize doğrudan maliyeti ne biliyor musunuz” diye soruyor Erdoğan. Bugünün ekonomik krizi için 9 yıl öncesini milat gösteriyor. Gezi konusundaki öfkemin sebebi budur, diyor. Haklıdır. Gezi, Türkiye siyasetinde unutulmayacak öneme sahip bir kırılmadır. Gezi gibi büyük bir toplumsal olayı dünya üzerinde aşabilecek bir iktidar da yoktur. Halkın, baskı ve kutuplaştırmaya karşı durarak, huzur ve çoğulculuk talebini kendi varlığına tehdit algılamayıp elindeki polis gücüyle, ölümüne, bastırmaya çalışmasaydı… İki yıl sonra halkın sandıkta kendisini iktidardan düşürdüğünü kabul etseydi… Seçim güvenliği trafoya giren kediler, mühürsüz oylar, tekrarlanan seçimlerle şaibeye bulanmasaydı… Hasılı, milyonlarca insanın talebine kulak verilseydi, ülke şahıs şirketine dönüştürülmek yerine; eşit, özgür yurttaşlık temelinde güçlendirilen bir hukuk devleti olarak korunabilseydi… Evet, Erdoğan haklı, bugünler farklı olacaktı.

***

Seçime en fazla bir yıl kalmışken, Gezi’nin talepleri daha elzem, ama vaziyet daha kötü. Yoksullukla, açlıkla sınanan; denizi, toprağı talan edilmiş; açıktan küfür işitmiş; dışarda itibarı, içerde gururu incinmiş insanlar hayatından söküp alınan umudu, neşeyi geri istiyor. 9 yıl önce Erdoğan’ın ‘Çapulcu’ deyip küçümsediği milyonlar o gün gülüp sahiplenmişlerdi bu sözü belki ama bugün ‘çürük ve sürtük’ yakıştırmasını kabul etmiyor, etmemeli de. “Kusuru kendisine söylenmeyen, ayıbını hüner zanneder” diye uyarmış Sadi Şirazi binlerce yıl öncesinden… "Milletimiz Gezi olaylarına nasıl bakıyorsa biz de aynı yerden, milletimiz Gezicileri nasıl tanımlıyorsa biz de aynı sıfatları kullanıyoruz” demiş Erdoğan son konuşmasında. Çapulcuyu hatırlatmış ama çürükten, sürtükten dilini uzak tutmuş bu kez. Kim bilir, belki de Burdur’dan bağıran 65 yaşındaki o kadının sesi yankılanmıştır sarayın duvarlarında. “Yarın dilekçe vereceğim. Diyemez! Sürtük değiliz! Ben sürtük değilim! Diyemezsiniz!” Erdoğan, belki de Gezi’de evinden çıkmamışlara da ulaşmıştır böylece.