IŞİD’den söz edilen bir toplantıda, “bu kadar sefil, her yanından adaletsizlik fışkıran bir dünyada IŞİD gibi belaların ortaya çıkmasına şaşmamak gerek” demiş, hayretle bakan gözlerle karşılaşmıştım. IŞİD’in varlığını, dünya ahvaline bağlayacak bir argümana pek sıcak bakmadıkları anlaşılıyordu. Oysa, IŞİD’in ortaya çıkışında bölgesel koşullar, din, mezhep, etnik köken gibi kültürel etkenlerin önemli rolleri olduğunu kabul etsek de, varlığı ve rolünü ancak dünyanın içinde bulunduğu durumla açıklamak mümkün.

Kuşkusuz, IŞİD terörünü ve katliamları haklı göstermek düşünülemez. Ancak, IŞİD’in barbarlığını, yine “barbar” dünya gerçeği içinde açıklanacağını da unutamayız.

Örneğin Ortadoğu’da olan biteni emperyalizm gerçeğinden ayırmak mümkün mü? Chomsky, 2004’de ABD yöneticilere ile müttefiklere gönderilen bir rapordan yola çıkarak ABD’nin, hilafetin ilanıyla ilgili manipülasyonlara o zamandan başladığını söylemekte ve insani amaçlar maskesi altına korkulara dayalı yayılma politikalarından söz etmekte (Sendika.org- 9 Temmuz 2014). Bu görüşleri ülkemizden birçok yazarın paylaştığını da biliyoruz. Kısacası, IŞİD’in ABD tarafından yaratıldığı gibi, kendisi için yeni fırsatlar yaratacak bir “araca” dönüştürüldüğü düşünmek için hayli neden var.

Üstelik, bugün Ortadoğu’daki paylaşım kavgasından pay alma derdine düşmüş bu kadar taraf varken, ABD ile Batı’nın, bu savaşa doğrudan girmek yerine “taşeron” olacak güçleri kullanmak gibi seçenekleri de var. “Taşeronlar” kullanıldığında, egemen devletler hem tehlikeden uzak kalmakta hem de Ortadoğu’nun “körlüğü” nedeniyle “iyi niyetli elçiler” olarak devreye girmeyi başarabilmekteler. Oysa Ortadoğu halkları, silah için, yardım için Batı’ya el uzatacaklarına farklılıklarını kabul ederek birbirlerine el uzatabilseler hem barışı hem gönenci sağlama şansını yakalayabilirler; ama “körleşme” her yerde ve çok boyutlu!

IŞİD gerçeğine, IŞİD’e katılan vatandaşları ve yaşanan katliamlar nedeniyle, daha çok “İslami terör” açısından bakan Avrupalılar arasında farklı görüşler dile getirilmekte. Bir kısmı, Avrupa’ya göç etmiş Müslümanların, özellikle ikinci-üçüncü kuşak gençlerin karşılaştıkları sosyo-ekonomik sorunlar yanında, bir de kültürel yabancılaşma, dışlanma gibi sorunları olduğundan hareket etmekte; bir başkası Müslüman ülkelerin geri kalmışlığı ile eşitsiz, adaletsiz koşullarını Batı hegemonyasına bağlanmasından kaynaklanan öfkeden söz etmektedir. Her iki halde yaşanan yabancılaşma, umutsuzluk ve öfkeyle, gençler, çıkar yolu radikal hareketlere yönelmekte aramakta ve İslami cihada katılmaktadırlar.

Olive Roy ise, Avrupa’da Müslüman gençler arasında cihada katılımın “kuşaklar arasında isyan” niteliğinde olduğunu ve nihilizmden kaynaklandığını ileri sürerek, bu görüşlerden ayrılmaktadır (Sendika.org-1 Aralık 2015). Ona göre, radikal İslam’a meyleden gençler Müslümanlar arasında küçük bir topluluğu temsil ettikleri gibi, İslam dinine bağlılıkları ya da Batı karşıtı kimlikleri açısından da sorgulanacak yanları çoktur. Bu nedenle İslam’ın radikalleşmesi değil, radikalliğin İslamlaşması gibi bir olgudan söz etmek daha doğru olur.

Roy’un söylediklerinde doğru yanlar bulunsa da, nihilizmi, kurumlardan bilgiye, değerlerden gerçeğe uzanan toptan retçi bir anlayış olarak düşünürsek, bu reddin büyük ölçüde umutsuzluk, güvensizlikten kaynaklandığını düşünmemek mümkün değil. Günümüz dünyasında, bir yandan küresel kapitalizm eşliğinde sömürü ve eşitsizliğin arttığı, öte yandan demokrasi, insan hakları, adalet gibi kavram ve kurumların yağları tükenmiş kandillere dönüştüğü ortada. Bu eşitsizliğin ve umutsuzluğun acısını, daha çok, ikinci dünya ülkeleri ile Batı’daki ikinci dünyalıların üstlendiği de bir gerçek.

Batı’dan hala demokrasi ve insan hakları dersleri geliyor tabii; ancak iki yüzlülükleri her geçen gün daha anlaşılmakta. İkinci dünya ülkelerindeki yetersizliklerin müsebbipleri arasında ikinci dünyaların yöneticileri gibi, Batı’nın anlı şanlı devletleri ile küresel sermayenin olduğunu bilmeyen yok. En basitinden gidersek, “eğer gerçekten insan hakları gibi bir değere sahip çıkıyor olsalardı, her gün insan cesetleriyle dolmazdı denizler” diye düşünmeyen var mı? İnsan hakları silahşoru geçinen AB’ye bakın; 3 milyon Avro vererek mülteciler için “bekçi” tutmayı başardı; hem de, demokrasi, insan hakları sicili kötü diye üye yapmaya yanaşmadığı bir Hükümet’e yanaşarak!

Ülkemiz de başka bir karmaşa ve iki yüzlülük örneği; o nedenle de yangın yerine dönmüş durumda. Giderek Ortadoğululaşırken, demokratik siyaset hak getire; hak ve özgürlükler lafta ve rafta; Doğu’su savaş ve abluka altında; haber verme görevini yerine getiren gazeteciler hapiste; eleştiri hakkının kullananlara açılan davaların sonu yok; başkanlık sistemini ise, korkudan, bir kısım muhalifler bile savunmaya kalkmış durumda; muhalefet diye CHP’ye bakıldığında, yine kendi derdine düşmüş, oyalandığı görülmekte; Suriye’deki açmazlarımız yetmemiş gibi, bir de Rusya krizi tepemizde!
Kısacası, derdimiz, karmaşamız büyük; birbirimize el uzatmayı beceremediğimiz de ortada. Ne diyeyim; gel de radikalleşme!

Not: Barış İnce, Berkant Gültekin, Can Uğur’un karar duruşmasında ceza ertelenmiş. Yani “şimdilik bırakıyoruz ama bir elimiz yakamızda” diyorlar. Olacak şey mi?