12 Eylül’ü yargıladığını söyleyen, onun “duvar”larını kaldırmakla övünen, bugün duvarın âlâsını örüyor

Duvar

Memleket ahvalinden biraz olsun uzaklaşmak, dertleri tasaları unutmak için Berlin’e geldim. Bir de rakı içmek için. Sahiden. Asıl hedef, Yeni Rakı tarafından düzenlenen Spirit of Istanbul festivalini yerinde izlemek ama elbette bunu yaparken, Berlin’deki rakı ortamlarına bir göz atmak… Berlin –ki Türkiye’nin 68. vilayeti derlerdi çocukluğumda– biraz da Türkiye aslında: Müzelerinde Türkçe rehberin olduğu, sokaklarında Türkçe konuşulan, tabelalardaki Türkçe kelimelerin şaşırtmadığı bir “vilayet”. Biraz daha sokulursak, bir dönem Almanya’ya çalışmaya gelen işçilerin yoğunlukla yaşadığı Kreuzberg’i görürüz: Doğu’nun incisiyken, Batılılarca “uzak durulması gereken yer” olarak kodlanmışken, duvarın yıkılmasıyla birlikte yükselen değer haline gelen, Berlin’in “yeni” merkezi.

Berlin, biraz da o meşhur duvar aslında. Adı geçtiğinde hemen hepimizin aklına ilk gelen, 1989 yılında yıkılan “utanç duvarı”. Sadece bir şehri değil, bir ülkeyi ikiye ayıran, insanların –ki aralarında kardeşler ve sevgililer de var– birbirine kavuşmasını engelleyen bir duvar. Adının başındaki “utanç” nitelemesi, bundan. Geçtiğimiz hafta söz etmiştim: 1990’lar tüm dünyada umut rüzgarlarının esmeye başladığı bir iklimdi ve bunda en büyük etkenlerden biri, Berlin Duvarı’nın yıkılışıydı.

Ansiklopediler, “duvar”ı, “Doğu Almanya vatandaşlarının Batı’ya kaçmasını engellemek için yapılan set” olarak tarif ediyor. 13 Ağustos 1961, yapılmaya başlandığı tarih. Uzunluğu 46 kilometre. Adındaki ürkütücülüğe kanmayın, aslında incecik bir set ama kağıt olsa ne yazar: İnsanları ayıran her şey ürkütücü. Almanya’nın ikiye ayrıldığı yıllarda tanık olunan, bugün bir efsane gibi anlatılan, filme alınan ya da romanlara konu olan bir sürü kaçış hikâyesi var ve hepsinde başrol “duvar”ın. Kıyısındaki apartmanlardan aşağıya atlayanlar, tünel kazarak karşı tarafa geçmeye çalışanlar, aradaki nehri yüzerek geçerken telef olanlar… Hepsi hazin hikayeler. Bugün, bir dönem Amerikan askerlerince kontrol edilen ve Batılı diplomatların kullandığı sınır noktası olan Check Point Charlie kıyısında bir Duvar Müzesi var ve bu hikâyelerin bir kısmını orada dinleyebiliyorsunuz. Acıyla. Kavuşamama hikâyeleri bunların çoğu. Duvar, en başta kavuşmayı engelliyor çünkü.

Özgürlük güzel şey. Sorsanız, kelimenin anlamını bilen herkes bunu söyler. Ancak dillerinden özgürlüğü düşürmeyenlerin, halkın özgürlüğüne karışmaları, günümüzün büyük çelişkisi. Biraz da bu çelişki sayesinde var olanlar, “kimsenin hayat tarzına karışmıyoruz” diyerek pek çok şeyi yasaklıyorlar. Türkiye’de, alkollü içki firmalarının festival düzenlemesi artık yasak örneğin. Başka bir sürü yasak var bununla alakalı. “Halkı alkolden koruma ve kollamak” için uygulanıyor bunlar ama, dozu bir hayli yüksek. Kendi ülkesinde bunu yapamayanlar, gözlerini “dışarıya” dikiyorlar. Berlin’deki Spirit of Istanbul, bu vesileyle yapılmış bir festival. İyi ki yapılmış çünkü hem rakı içiliyor, hem de başta BaBa ZuLa olmak üzere pek çok şarkıcı ve grup, Almanyalı dinleyicisiyle buluşuyor. Almanyalı dediğime bakmayın, festivalin izleyicileri büyük oranda buradaki Türkiyeliler ama fark etmiyor: Festival, biraz da vatan hasretlerini dindirmeye yarıyor.

Spirit of Istanbul, 1970’li yıllarda burada yaşayan vatandaşlarımız için düzenlenen “gurbet kervanı” konserleri gibi. Zeki Müren’den Ferdi Tayfur’a, çok dinlenen kim varsa onlar katılırdı bu turnelere ve Almanya’yı karış karış dolaşarak “gurbetçi”lerle buluşurdu bu sanatçılar. Almanya’daki ortam, zaten bambaşka: Kreuzbergli Dostlar adını verdiği topluluk eşliğinde barış ve özgürlük şarkıları söyleyen Sema, Ruhi Su’nun öğrencisi Sümeyra, M. Erdemir adını kullanarak marşlar besteleyen ve memleket ahvalini Batılılara anlatan Tahsin İncirci, Melike Demirağ – Şanar Yurdatapan ikilisi, Fuat Saka ve Almanya maceraları anlatmakla bitmeyecek Cem Karaca, yolu buradan geçenler… Bir kısmı, mecburi olarak ikametini de buraya aldırdı. 12Eylül’ün en büyük utançlarından biriydi bu: Sanatçılar, özledikleri ülkelerine giremiyordu. Buradaki “duvar”, görünmez olarak kurulmuştu.

9 Kasım 1989, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı tarih. Umutlu bir gelişmeydi bu. Tarih kitapları “iki Almanya birleşti” olarak anlatır bunu ama aslında birleşen, zaten “bir” olan bir halktı. Bugün, bizde de görünmeyen duvarlar var. 12 Eylül’ü yargıladığını söyleyen, onun “duvar”larını kaldırmakla övünen, bugün duvarın âlâsını örüyor. Sadece Doğu – Batı olarak bölmüyor, inançlı – inançsız olarak da ayırıyor. Sorsanız, kimsenin özgürlüğüne karışmıyor ama rakı firmalarının festival düzenlemesine izin vermiyor. İzin vermediği tek şey bu değil üstelik. Saymayayım, tadımız kaçmasın.

Cuma’dan beri Berlin’deyim. Bu yazıyı oradan yazıyorum. Siz bu satırları okurken ben festivali izlemiş, rakımı içmiş olacağım. Elimin altında, Overteam Yayınları’nca 2013 yılında basılan, Ülkühan Zekioğlu imzalı Almanya’da Rakı Keyfi adlı kitap olacak. Bir yandan Berlin meyhanelerini dolanırken diğer yandan en sevdiğim müzelerden biri olan Bergama Müzesi’ni gezecek, bitpazarında plak avına çıkacağım. Anadolu’dan getirilen koca bir tapınağın gösterildiği Bergama Müzesi, bambaşka bir utanç elbette. Ancak onu ve Berlin’deki enteresan müzik ortamını haftaya anlatayım. Cartel’den İdeal’e uzanan bambaşka bir hikâye zira bu.
Şimdi, izninizle, yasakların olmadığı ve özgürlüklerin şekillendirdiği bir dünya için kaldırıyorum kadehimi: Şerefe!