Ölümü bilgece karşılamanın ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sanırım Şair en çok bunu merak ediyordu. Abartılı söylemler karşısında takındığı tavrı, siyasal netliğini aklıma kazıdım. Güç günlerde böylesi bir pusula bulmak kolay değil!

Ahmet Oktay öldü. Kolay yazılan bir cümle. Yaşı hayli ilerlemiş, bir süredir sağlık sorunları yaşıyordu Şair. Öldü. Güçtür Şair’in öldüğüne inanmak. Çalışkan, verimli, alçakgönüllü, düşünce dünyası zengin usta bir yazardı aynı zamanda Ahmet Oktay. Şiirine hakkı verilmemiş olduğunu biliyorum. Garip, sanki eleştirmenliği, denemeciliği, düşün adamlığı hep önüne geçti Şair’in. Bir gün sordum: “Roman üstüne bunca düşünmüş, yazmış olmanıza karşın neden bir türlü bu türde yapıt vermiyorsunuz?” diye. Bir süre düşünmüş ve “Hep bir niyetim oldu ama yazamadım” demişti.

edebiyatimizin-pusulasi-kirildi-118770-1.Köşe yazarlığını bırakmak güçtür. Hem güncel konularda kalem oynatma olanağı verdiği için, hem de yazarı gündemde tuttuğu için. Ahmet Oktay kendi isteğiyle, “zamanı geldi” deyip ama esas edebiyatla daha çok vakit geçirmek için bırakmıştır köşe yazarlığını. Bunu çok bilgece bulmuştum doğrusu. Kimse kolayca alamazdı kalemini elinden. Güncel olanın izini sürmenin, kuramsal, düşünsel ürün vermenin önüne geçtiğini; kurmaca yazmaya engel, şiireyse düşman olduğunu biliyordu. Edebiyatımızın kuram tarafının eksikliğini erken sezip, elden geldiğince bu yöne kırdı kalemini Oktay. Giderek bilgeleşen, derinleşen şiirinin anahtarı da bu süreç oldu.

Adam kayırmalar, kişisel ihtiraslar, ayak oyunları, sığ kavgalar içinde yitirilen edebiyat dünyamıza “Romanımızda Ölçüt Sorunu” diyerek, önemli bir tartışma kazandırdı. İkircikli aydınların dünyasına doğrudan müdahil oldu, açmazlarını, oyalanmalarını yüzlerine vurdu. Post-modern savrulmaları erkenden fark edip, burada yükselen yazar tipini, kolaycılığı eleştirdi. Siyasal İslamcıların hızlı yükselişine dikkat çekti, itirazlarını hemen yaptı ve en önemlisi usulca, demlenerek doğurdu imgelerini, şiirini. Öne çıkarmadı, göze sokmadı; edebiyat kulislerinden yardım beklemedi, bir tür yaban olmayı göze alarak kendi denizinde yüzdü.

Deniz deyince; evinde son ziyaretimde “Ne yazıyorsunuz?” diye sorduğumda; “Yaşlandım artık. Belleğime güvenmiyorum. Yazarak, kendimi inkâr ederim, diye korkarım. O yüzden sadece okuyorum ve denize bakıyorum” demişti. Ünlü ve yaşıtı bir kadın yazar, şimdinin hükümetine destek verince şaşmış ve: “Bu ne hırs, gündemde olmak için kişi kendinden vazgeçer mi?” demiş, eklemişti “Olacağın kadar olmuşsun, bu saatten sonra hangi şöhret için bu çaba” diyerek öfkelenmişti Ahmet Ağabey.

BÜYÜK SAYGI DUYDUM
Leyla Erbil’den söz ederken yüzü gülüyordu. Dostluklarının ne denli derin ve ilkeler üzerinde uzlaşılmış olarak yüceldiğine tanıklık ettim. Erbil’in hayli çaba gerektiren anlam dünyasını çözümlüyor, devrimci tavrına, ödün vermez haline sevgiyle bakıyordu. Bir de Tahsin Yücel’le ne denli yakın olduklarını görmüş, nasıl söyleştiklerine tanık olmuştum. Üç usta da ayrıldı aramızdan. Ne büyük yokluk, yoksulluk. Çok tuhaf bir yalnızlıkla irkildim bir an. Yazarları yapıtlarıyla severiz, kolaydır bu. Tanıyıp sevmekse güç! Üçüne de büyük saygı duydum, sevdim…

İlk romanımı yazdığımda, yayıncılar art arda kitaba dair ‘olumsuz’ yanıtlar veriyor, basmıyorlardı. Karamsarlığım son aşamasına gelmişti, kendime olan güvenimi yitirmek üzereydim. Öyle anlarda sağlıklı, adil bir terazi bulmak güçtür. Bir gün gözü karartıp aradım Oktay’ı. Ziyarete gelmek istediğimi ve roman konusunda ona danışmaya ihtiyacım olduğunu, söyledim. Sevecenlikle karşıladı. Göztepe’deki evin salonunda uzunca konuştuk. Sonra romanım hakkında beni yüreklendiren, yazmaya devam etmeme neden olan bir değerlendirme yaptı. Ardından hem roman yayımlandı, hem de öngördükleri gerçekleşti Ahmet Oktay’ın. O gün beni ‘ipten aldı’ desem, abartmış olmam.

“Gizli Çekmece”yi okuduğumda o çelebi adamın, kendince kurduğu bohem dünyasına tanıklık ettim. Uzun yıllar ressam bir kadınla yaşamanın, sanat çevresinde ödünsüz olmanın ne anlama geldiğini netlikle gördüm. Pek söz edilmez ama Ahmet Oktay ülkemizde az bulunur bir resim yazarıydı aynı zamanda. Evde boya kokusu, mürekkep tadı her yanda hissediliyordu. Dört duvardan taşan kitaplar, artık hiçbir yere sığmayan sonlanmış ya da üzerinde çalışılan tablolar. Uzun bir meyhane akşamında böylesi bir yaşamın ne anlama geldiğini konuşmuştuk. Zaman tuhaf biçimde akarken, şimdi bir bir anımsıyorum o günleri…

EVLERİNİ GÖRMELİ
edebiyatimizin-pusulasi-kirildi-118771-1.
Evler, yazarın içinde bulunduğu mekân ne önemliymiş meğer. Çileli yazarlık süreçlerini sabırla, direnç ve bilgelikle sürdüren, tamamlayan iki ustanın evlerini keşke görme olanağı olsa herkesin. Tahsin Yücel ve Ahmet Oktay’ın ardından en çok bunu düşündüğümü fark ettim. Ellerinin tersiyle parayı, şöhreti itip; bitmez tükenmez bir çabayla üretmeleri hayranlık vericidir. Herhangi bir orta sınıf ailenin evinin sıcaklığı ve sıkıntısıyla kurdukları dünyalarından, bugün memleketin düşün/yazın yaşamını derinden etkileyen yapıtlar verdiler. Piyasanın herkesi, kültür/düşün insanlarını ele geçirdiği şu dönemde, kendime ölçüt koymamda, yönümü bulmamda bu evlerin de payı vardır. Hırs, yaratıyı yeniyor, gölgeliyor. Kaç yazarın bu uğurda intihar ettiğine tanık olduk!

TANIKLIK ETTİM
Ahmet Oktay’ın yaşlılıkla ne tür bir hesaplaşma içinde olduğuna da uzaktan tanıklık ettim. Şiirini kurarken, o sesi, nefesi bulurken, gün be gün ilerleyen yaşının izini sürüyor, geldiği duygu, düşünce dünyasının ipuçlarını veriyordu. Ölümü bilgece karşılamanın ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sanırım Şair en çok bunu merak ediyordu. Abartılı söylemler karşısında takındığı tavrı, siyasal netliğini aklıma kazıdım. Güç günlerde böylesi bir pusula bulmak kolay değil!

Masamda kitapları dururken, aklımda sesi, söyledikleri ve lezzetli dizeleri varken; Şair’in ardından yazıyor olmak tuhaf geliyor işte! Kaç kez söyleşi yaptık ekran için, gazete ve dergiler için. Her biri bir başka anlamlı, değerli oldu şimdi. Bir daha soru soramayacak olmak Ahmet Oktay’a ne büyük eksikliktir. Bir de sevdiklerine karşı yargıçlıktan uzak tavrını asla unutmayacağım.

Sürekli dedikodu üreten edebiyat dünyamızın güvenli adasıdır Ahmet Oktay. Dostluğa yaraşan en güzel Ahmet Oktay yazısını, sanırım Selim İleri yazacaktır… Okumalı…

İlk öykü kitabım “Geç Kalmış Romantik”i, Ahmet Ağabeyi tanımazken göndermiştim. Yıllar sonra tanışıp, söyleştiğimizde konu açıldı kitaptan. Son öyküde İstanbullu tutkulu bir aşığı anlatmıştım. Elbet nasıl bulduğunu merak ediyorum ustanın. “Sevgilisinin hayalinin peşinden giden kahramanın onu düşünüp mastürbasyon yapıyor ve bunu dillendiriyor. Bak bunu açıktan yazmak, söylemek sahici kılıyor öykünü” demişti. Boş romantik tümceler yerine, insan ruhunun kışkırtıcı, yaralayıcı, şaşırtıcı hallerine değinmeyi ve bunu yapıt verilen türün hakikatine uygun becermeyi ölçüt sayıyordu Ahmet Oktay.

HEP ERTELEDİM
​Kendimi elbet talihli sayıyorum Şair’le tanıştığım için. Kaç zamandır ziyaret planları yapıyordum da, olmadı. Demek kasıtlı erteler oldum bu buluşmaları. Bilinçli olmadan, sanki yaşlılığın getireceği o sondan kaçmak istiyorum. Hep belleğimde, diri ve yaşarken kalsın istiyorum büyük sanatçılar. Oysa onların en büyük öğüdü doğayı anlamak ve duyumsamak… Bir gece yarısı kendimi kendimle konuşurken yakalıyorum…

Yazmaya koyulan bir kimse, eğer bu işi sonuna dek götürecekse bazı kitaplar ve yazarlarla mutlaka rastlaşır. Onları varlığı bir tür güvencedir ve yön bulmaya yarar. Ahmet Oktay yapıtlarıyla bunu sağlamış, varlığıyla pekiştirmişti güveni. Sanki o, yazmasa, orada bir yerde dursa bile, kötülükleri, türlerin süprüntülerinin varlığını açığa çıkarıyor, hepimize pusula oluyordu. Bugün her birimiz maviden karanlığa dönmüş uçsuz bucaksız denizde, boşlukta savrulan kimsesiz tekneleriz.

edebiyatimizin-pusulasi-kirildi-118772-1.

Kırlaştı saçlarım, yakınmıyorum;
ölüme yargılı insan doğumda;
yeraltı mı daha korkunç bilmiyorum,
dünya mı? Yaşadım yaşadığımca.

(Ahmet Oktay, Kırlaştı Saçlarım / Az Kaldı Kışa, 1996, Sel Yayıncılık)