Umut konusuna devam...

Devam; çünkü, bu ülkede birçoğumuzu isyan ettiren olaylar yaşasak da, çoğunun çıkış noktasının değişen rejime, sandıktan ibaret kalmış demokrasi anlayışına, tek adamın egemen olduğu bugünkü yönetime bağlanabileceğini biliyoruz.

Dolayısıyla, yaşananların her biri tartışmayı hak etse de, esas olarak daha büyük resme bakmak ve burada ne yapılacağını düşünmeye ihtiyaç var. Mesele de, bu resmi değiştirebilmek....

Örneğin, daha önce sözünü ettiğim IDEA Raporu’nda ortaya konduğu gibi, toplumun hükümeti kontrol edebilmesi, temel hak ve özgürlüklerin kullanımı, bağımsız yargı, özgür medya, tarafsız yönetim, sivil toplumun katılımı gibi demokrasinin birçok niteliği açısından bu ülke 16 yıldır aşağıya doğru gitmekte.

Dolayısıyla çıkan sorunlar üzerinden tartışma yapmak, “muhalefet görevini yerine getirmiş olmak” gibi aldatıcı bir duyguya yol açsa da, çözümler ve çıkışlara yoğunlaşması gereken enerjinin israfı anlamına da gelmekte. Bu 16 yıl içinde sorunlar değil de, çıkışlar üzerine konuşsaydık herhalde farklı bir yerde olurduk.

Ekonomik sorunlar açısından da benzer bir durum var. Küresel kapitalizm ve neoliberal politikaların rant ekonomisiyle buluştuğu ve ahbap çavuş ilişkileri içinde iyice yozlaştığı bir ülke olduğumuzu biliyoruz... Liberal iddialara karşın, devletin ekonominin büyük aktörü olduğu, devletin gelirin yeniden dağılımında önemli rol oynadığı, bu rolü de kendinden yana sermaye yaratmak için kullandığı da biliniyor.

Buradan çıkış için sermaye karşısında farklı bir güç dengesine ihtiyaç var; bunun için de emeğin konumuna odaklanmak kaçınılmaz.

Oysa Türkiye’de en az konuşulan da emeğin konumu. Emeğin çalışma ve yaşam koşullarında genel olarak bir geriye gidiş ve kötüleşmeden söz ediliyor kuşkusuz; kötüye gidişin gerekçesi olarak, küresel piyasa ve küresel rekabetten söz edildiği de biliniyor. Buna karşın, çareyi emeğin siyasal bilinci ve dayanışmasında arayanlar fazla değil.

Oysa 3. Havaalanındaki direnişe geçen, ya da işten çıkarıldığı için kuleye tırmanan, ya da madenlerde iş cinayetine kurban giden işçiler gibi fevkalade olayları konuşmak kolay; asıl olan, emeğin kötüleşen koşullarına karşı neler yapılabileceğini ortaya atabilmek.

Kuşkusuz yoğun ve oldukça karmaşık olan bu konuları bir gazete yazısında tartışmak mümkün değil; ancak emeğin umudunun kendisiyle ilgili olduğu, ancak kendisinin bu umudu yaratıp büyütebileceği gibi bir gerçek var ki, konuşmak gerekiyor.

Filmekim’inde “Savaşta” diye bir film izledim; yönetmeni, oyuncularıyla çok başarılı bir film... Fransa da bir fabrikanın kapanmasına karşın direnen işçilerin mücadelesi anlatılıyor. İşverenler, her zaman olduğu gibi piyasa koşulları nedeniyle fabrikanın kapanması gerektiğini iddia ediyor; fabrikada çalışan 1100 işçi ise işlerini korumak için direnme kararı alıyorlar. Çok geçmeden içlerinden alacakları tazminata tamah eden grev kırıcılar çıktığından fabrikada üretim yeniden başlıyor; ancak, aynı şirketin başka bir fabrikasında çalışan işçilerin gösterdikleri dayanışmayla direnişin büyüdüğü ve ulusal bir mesele halini aldığını görüyoruz. Yine de işçilerin, direnişi tırmandırmaları, örneğin fabrikanın bağlı olduğu uluslararası şirketin CEO’suyla görüşmeyi başarmalarına karşın istedikleri sonuçları almaları mümkün olmaz ve film, bu başarısızlıktan kendini sorumlu tutan işçi liderinin kendisini ateşe vererek yakmasıyla sonlanır.

Emeğin konumu açısından günümüzdeki göstergeleri ele nedeniyle alması ilginç ve başarılı bir film. İlk olarak, şu ülke veya bu ülkede değil, küresel piyasa karşısından her ülkede emeğin pazarlık gücünün azaldığını göstermekte; yani, emek açısından artık küresel bir rekabet söz konusu. İkincisi, emeğin ücret ve çalışma koşulları açısından yaptığı fedakarlıkların sağladığı güvencelerin sınırlı kalacağını, örneğin işlerini korumanın her zaman mümkün olamayacağını göstermekte ki, çok haklı. Emeğin fedakarlığı ne olursa olsun, bir süre sonra bunların da yetmez olması büyük olasılık; çünkü, küresel rekabet durmadan hızlanmakta. Üçüncüsü, bunlara karşı durmanın yolunun emeğin kendi içindeki dayanışmasından geçtiğine kuşku yok; ancak, bugün dayanışmanın sonuç vermesi büyük ölçüde sektörel, ulusal, hatta küresel çapta dayanışma sağlanması gerekmekte.

Özetle, emeğin aleyhine olan gidişat, ancak “küresel piyasa, küresel rekabet” gerekçesini ortadan kaldırmaya bağlı görünüyor. Bu da ancak küresel dayanışma ve direnişle mümkün görünmekte. Filmde bu söylemese de, ortaya çıkan gerçek bunu işaret etmekte.

Bu nedenle sendikaların gündeminin de, emeğin bozulan koşullarının dile getirilmesi değil, bu koşullara karşı çıkış yollarının aranması olması beklenir. Oysa ne ulusal ne de küresel düzeyde sendikalarda bu yönde bir kıpırdanma var!... Yakınlarda Arjantin’de yapılan ve G20 üyelerinin sendikalarının buluşması olan L20 toplantısında bile, sorunların dökümü ile hükümetlerden beklenenlerin dile getirilmesiyle yetinildiğini görüyoruz. Onca sendika bir araya gelmiş sorunları konuşuyorlar ama sendikaların temelde emeğin “kendine yardım, kendine çözüm” arayışının getirdiği örgütlenmeler olduğunu unutmuşlar!...

Sonuç olarak, bugün yaşananlar ve geçmişten alınan dersler emeğin umudunun öncelikle umudu kendinde aramasıyla başlayıp büyüyebileceğini gösteriyor. Yani, önce emeğin “umut” olabilmesi gerekiyor... Bunun için unutmuş göründüğü siyasal bilinç ile sınıfsal dayanışmayı hatırlaması gerektiği de ortada.