Google Play Store
App Store

'Türkiye İşçi Hukuku' kitabını anlatan hukukçu Dr. Murat Özveri, kitabın mevcut iş hukukuna bir itirazın ürünü olduğunu söylüyor. Özveri, “Yağmanın sürdürüldüğü ve zaman zaman iş hukukuyla perdelendiği bir süreci yaşıyoruz” diyor.

Emeğin yağması
Murat Özveri, yeni kitabını BirGünTV’ye anlattı. (Fotoğraf: BirGün)

Dilan ESEN

Türkiye’de iş hukuku alanında gerçek hayata dayandırılarak yapılan tarihsel çalışmaların sayısı oldukça az. Çalışma Ekonomisi Doktoru, Avukat Murat Özveri’nin ülkedeki işçisiz iş hukukuna itirazı dile getiren ‘Türkiye İşçi Hukuku’ kitabı birkaç hafta önce iki cilt halinde okurla buluştu. İşçilerin yaşadığı hak kayıplarının anlatıldığı kitapta, güç ilişkilerinden mahkeme kararlarına kadar hayatın içinden ülkedeki tüm emekçileri ilgilendiren birçok konuya yer veriliyor. Özveri ile tamamlanması yaklaşık 3 yıl süren kitabını konuştuk. Kitabın, işçisiz, iş hukukuna bir itiraz üzerine çalışmasına başladığını söyleyen Özveri, işçi hukukunun güncel durumunu da anlattı.

Kitap iş hukukuna dair neredeyse her konuyu kaparken güncel olayların da değerlendirmesi, geçmişten örneklerle yapılıyor. Bu kitabın yazılış sebebi ve amacı neydi?

Bu kitabı sadece yazması 2 yıl sürdü. Daha sonra redaksiyon ve baskı yaklaşık 8 ay sürdü. Aziz’in de önsözde belirttiği gibi uzun bir geçmişi var. Bunun fikir babalarından bir tanesi yine Aziz Çelik, o böyle bir kitabın yazılması gerektiğini ve bunu da benim yazmam konusunda bir ısrarı vardı. Yıllar önce aslında hemfikir olmuştuk. Hatta 4857 ilk çıktığında birtakım notlar almıştık ama hayat bazen sürprizler, engeller çıkartabiliyor. O noktaya gelmiştik ki artık Aziz esprilerini yapıyordu: Murat Özveri’nin yazılmayan kitabının şu sayfasında… Böyle bir baskılama süreci de vardı. Oturup başlayınca da, benim meslek hayatımın yaklaşık 37’nci yılı, bunun yaklaşık 34 yılı sendikalarda değişik sıfatlarla geçti.

Hayatın içerisinde, hayatın kendisinin vermiş olduğu bir doluluk da vardı diyebilirim. Ama her şeyden önemlisi asıl bu kitabı yazdıran temel etki, önsözde de yazdım: İşçisiz iş hukukuna itiraz gereksinimi. İşçisiz, iş hukukunun bir iş hukukçusu olarak canımı çok fazla yakması ve bunun bir bir derde dönüşmesi. Bu derdi dile getirip iş hukukunun aslında bir işçi hukuku olduğunu ve işçisiz olmayacağını kanıtlama çabasıydı. Ben kendimi yenilgi döneminin iş hukukçusu olarak tarif ediyorum. Gerçekten de adı olan ama etkisiz bir iş hukuku pratiğine tanık olduk. Etkisi olmuyorsa, hayatın içinde korumak istediğini korumuyorsa orada bir sorun var demektir. Ne kadar düzgün ifade edilir olursa olsun yasa normları, sonuçta işçinin hayatında o norm yoksa o zaman durup düşünmek gerekiyor niye yok, niye iş hukuku işçisiz bir mecrada gidiyor ve sanki bir sorun yokmuş gibi nasıl davranılabiliyor? Tüm bunların üzerine işçisiz, iş hukukuna itiraz çabasıyla başladı. Hatta ben ilk cümleyi yazıp Aziz’e gönderdiğimizde bir tek cümleydi: Bu kitap işçisiz, iş hukukuna itirazlarımızdan oluşmaktadır. Güldü Aziz, “Hele bir bitsin ondan sonra olur” dedi. Başlayınca yenilgi bir öfke yaratıyor. Öfke aklı gölgeleyebiliyor. O yüzden de korkuyorsunuz. Ben de bu korkuyla yaşadığım için hem bu sürecin fikri anlamda hazırlanmasında ciddi baskıları olan Aziz Çelik hem Türkiye’de emek tarihi konusunda çok ciddi emekleri olan Ahmet Makal, tabii yararlandığım başka hocalar da var Mesut Gülmez’in de özellikle tarihsel anlamda çok ciddi araştırmaları var. Ama Makal Hoca, ben tarihsel bölümü okurum deyince bir rahatlama da getirdi. Aziz çelik tamamını okudu. Makal Hoca birinci bölümü okudu, eleştirmeler düzeltmeleri oldu. Bir işçi vekili Hacer Tuna İşitgen, bir işveren vekili Necla Acar, aynı zamanda kitapta bol bol şiirlere yer verdik, o konuda da katkıları oldu. Bir ceza hukukçusu Ahmet akkuş, o da hukuk felsefesi ve hukuk metodolojisi anlamında kitabı eleştirel bir gözle gözden geçirdi. Sevgili ihtiyarımız Erkan Aslan, işin sendikal perspektifi açısından eleştirilerini söyledi. Tüm bu aşama bittikten sonra sevgili editörümüz aliye uçar beren, 4 buçuk ay emek verdi.

Dolayısıyla kitabın yazarı ben görünüyorum ama kitap ciddi bir kolektif çalışmanın ve emeğin bir sonucu olarak çıktı. Emek verenlerin dilerim yüzlerini gölgelemeyecek bir eser yaratmışızdır.

Türkiye’de etkisizleştirilmiş, halen de etkisizleştirilen, liberalleştirilen ve esnekleştirilen de diyorlar, adına ne denirse densin işçinin hayatında etkili olamayan, işçiyi korumayan, hakkını aradığında hak aramanın bedelini ödemek zorunda bırakan, bu bedeli ödemek zorunda kalmamak için hakkından vazgeçmek zorunda kalan bir çalışma hayatındaki işçinin günlük hayatının rutini haline geldiği bir yerde adına iş hukuku denen hukuku sorgulayıp tekrar geri gerçek adını takarak itirazların yanında talepleri de dile getirmek gerekiyordu. Bu talepler dile getirilirken hiçbir şey gökten zembille inmiyor. Bunun bir tarihsel arka planı var, tarihsel dönüşüm sürekleri var. Bugünkü verdiğimiz anlamların nasıl oluştuğunu görmemiz gerekiyor. O nedenle biraz uzun oldu. Hatta daha kalındı, profesyoneller müdahale edince 1.900 küsur sayfalık kitabı çıkardık.

Kitapta da genişçe yer alan iş ve işçi hukuku tartışmasından bahsedebiliriz belki…

Kavramlar asla yansız değildir ve çok da önemlidir. Hem hukuki etkileri açısından önemlidir hem iletişim açısından önemlidir hem bir şeyin benimsenip benimsenmemesi açısından önemlidir. Hukuk alanında bir kesimi koruyabilmek için sadece ona özgülenmiş tek hukuk dalı iş hukukudur. Yine Aziz’le iş hukukunun işçisizleştirilmesini düşünürken, ben işçi hukukunu önermiştim, sonra başka öneriler de geldi, Türkiye İşçi Hukuku haline dönüştü kitap. Bir telefon görüşmesinde de kitabın adını bu şekilde belirlediğimizi Mesut Hoca ile konuştuk. Mesut Hoca bize dedi ki: Siz yeni bir şey keşfetmiyorsunuz, 1919’a kadar iş hukuku diye bir şey yoktu, işçi hukuku vardı. Sonradan bu iş hukuku olarak değişti. Öyle deyince biz bir şaşkınlık yaşadık. Biraz araştırınca Ali Fuat Başgil’in küçücük bir kitabını bulduk. Kitabın adı İşçi Hukuku. Şimdi nasıl iş sağlığı, iş güvenliğini dönüştürülmüşse işçi hukukunun da iş hukukuna dönüştürülmüş olduğunu gördük. Dolayısıyla iş hukuku demekle işçi hukuku demek arasında şöyle bir ayrım var: Öznesi bizzat işçidir işçi hukuku dediğinizde; iş hukuku dediğinizde ise çalışma hayatında iş hukukuyla ilişkili olan tüm özneler arasında bir denge yaratma arayışı da kendiliğinden gelir. İş hukuku işçiyle işveren arasında adil bir denge kurmayı hedefleyen bir hukuk dalına dönüşür. Oysa denge iş hukukunun tümüyle doğasına aykırıdır. İş hukuku işçiyi korumak için var olmuştur. Yazarken bir başka şey de gördük, o yüzden yazarken kitapta sık sık tekrarlıyorum. İş hukukunun dünü bugün, bugünü de yarındır. 1936’da kabul edilen, 37’de yürürlüğe giren, 67’de yürürlükten kalkan 3008 sayılı iş yasasının öyle maddeleri var ki anlatmakta zorlanıyorum, bu yürürlükten kalktı artık böyle bir ayrım yok dememe rağmen inandırıcı olmuyorum. Bunun başında da işçi kavramı geliyor. Kim işçi? 3008 sayılı iş yasası işçiyi ayırıyor. Bedeni çalışması fikri çalışmasına göre baskın olanlar işçidir, diyor. Böyle bir şey olunca masa başı çalışan kendisini işçi olarak görmeyen bir kesim çıkıyor. 67’ye kadar iş yargısı, bedenen çalışması mı daha baskın fikri çalışması mı daha baskın, işçi mi değil mi diye bu tartışmanın içine giriyor. Sonra 1475 sayılı kanun bu ayrımı ortadan kaldırıp tek bir tanım getiriyor. İş sözleşmesine bağlı olarak çalışan herkes işçidir diyor. İş sözleşmesinin ayırdığı bir dizi unsur ise bir başkasının emir ve talimatları altında iş görme eylemini yerine getiren herkes işçidir, bağımlılık diyoruz biz buna. Dolayısıyla beyaz yaka, mavi yaka, doktor, avukat, mühendis, mesleği ne olursa olsun hukuki statüsü ortak bir paydada birleşiyor; işçilik. Bunun altını çok çizmek gereği duydum, hatta işçi olduğunu kabul etmeyen işçiler diye bir bölüm açtım. İşçi kavramı hukuki bir statü. Diğerleri meslek. Meslek bir mal veya hizmet üretmek için gerekli beceriye sahip olduğunu gösteren bir sıfat, hatta böyle bir ehliyetin olduğunu gösteren bir sıfat. Kendi içerisinde de ayrımları var. Kendini tanıtırken birçok kimliğini kullandığı gibi meslek kimliğini de kullanıyor, buna da bir itirazım yok. Bu onun mesleğinin ne olduğunu gösterir. Mesleğinin sosyal statü anlamında da bir önemi vardır. Bu da tartışılır. Bu başka bir şeydir, hukuki statü başka bir şeydir. Haklar ve borçlar hukuki statüye göre belirlenir. Dolayısıyla bağımlı çalışan tüm meslek grupları işçidir, işçi oldukları için iş kanununa tabidirler. Uzman hekimlerle öyle sözleşmeler yapılıyor ki örneğin, işe başlayış saati, bitiş saati, kaç saat ameliyatta kalacağı bunların tamamı belirlendikten sonra hekim kendi nam ve hesabına çalışandır deniyor. Bunu dediği andan itibaren sosyal güvenliğe ilişkin tüm işveren yükümlülükleri ortadan kalkıyor. İş hukukunda, işverene ciddi borçlar yükleyen hükümlerden de sıyrılıyorlar. En çarpıcı örneği esnaf kurye denilen olaydır. Motor alan birisini bağımlılık ilişkisinin tüm unsurlarını taşıdığı halde gazetelere ilan veriyorlar, vergi numarası almanız için size işyeri yapıyoruz, diye. Hem sosyal güvenlik hukuku açısından yükümlülükleri farklılaştırıyor, bizzat çalışanın üzerine yıkıyor hem çalışma süreleri, işin düzenlenmesine ilişkin bir dizi işverene yükümlülük getiren hükümlerden işvereni kurtarıyor. Ben esnaf-kuryeyim işçi değilim, dediğin andan itibaren çok ciddi bir hak kaybına uğruyorsun bunun farkında değilsin. Ben işçi değilim doktorum dediğin andan itibaren o zaman tacir oluyorsun, fatura kesiyorsun. Benim istihkakım ödenmedi bundan faiz alabilir miyim diyor, alamazsın diyorum. O zaman tacir misin işçi misin? Bu kadar çok kafa karışıklıkları ve hak kayıpları yaşanıyor ki bu nedenle yasadaki tarif, üzerinden 3 yasa geçmesine rağmen hala günlük hayatımızı etkiliyor. Çünkü işverenlerin işine geliyor. İşçi dememek için iş gören, sosyal paydaş, ortak deyip sınıfın kendisini bölüyorlar. Bu bölünme üzerinden de aidiyet noktaları yaratıyorlar. Örneğin beyaz yaka. İşyeri aidiyeti zaman zaman işverenden daha fazla olan bir çalışan grubu çıkıyor. Herhangi bir işçi işten atıldığında işten atıldım diyor ama bir beyaz yaka işten atıldığında ihanete uğradım diyor çünkü öylesine özdeşleşme yaşıyor ki bu ihaneti anlatırken “Çocuğumun ateşi 40’ken ben gece dörtlere kadar kadın başıma lojistik firmasında tır yükledim”, “balayıma 3 günde kesip işler aksamasın diye geldim”, daha 1 ay önce yaşadığım bir örnek bu da “sabah bana kolonoskopi yapıldı, öğleden sonra ben işimin başındaydım” diyen bir işçi profili çıkıyor. Buna da beyaz yaka diye adlandırıyorlar ve işçi olmaktan, işçiyle aynı şekilde davranmaktan imtina ediyorlar. Bu kavramın kendisinin oturtulması gerekiyor. Eğer hak sahibi olmak istiyorsan hukuki statünü net belirleyeceksin. Hukuki statün bağımlılığa göre belirlenir. Bağımlılık nedir, bir başkasının emir ve talimatları altında, işyerin neresi olursa olsun bir başkası belirliyorsa, çalışmaya ne zaman başlayın bitireceğini yasal sınırlar içinde de olsa bir başkası belirliyorsa, bu işin karşılığında da bir ücret alıyorsan sen artık hukuki statün anlamında işçisin, mesleğin ne olursa olsun. Dolayısıyla seni koruyacak olan az ya da çok tek mevzuat var iş hukuku. İş hukukunda ya bireysel iş hukuku ya kolektif iş hukuku alanında gideceksin. Dolayısıyla iş hukukundaki her değişiklik seni de ilgilendiriyor, seyirci kalmayacaksın, oturup bunun için mücadele edeceksin. Şunu duydum ben tüylerim diken diken oldu: “bizim sektörde haftalık çalışma 53 saat.” Buna inanıyorlar, 53 saatlik çalışmayı kabul edebiliyorlar. Bizim sektör senin sektör diye bir şey yok. Statün işçiyse işçisin ve iş hukukuna tabisin, her işçi gibi senin de en fazla haftalık çalışma süren 45 saat. Sen de günde fazla çalışmalar dahil en fazla 11 saat çalışabilirsin ondan sonrası için kimse zorlayamaz. Senin de gece çalışman 7 buçuk saati geçemez. Tüm bu hakların kaynağının iş hukuku olduğunu bilmeyen, kendisini farklı bir statüde görenler var. Öncelikle işçiyim demenin, yani insanın kendi hukuki statüsünü belirlemesi küçültücü bir şey değildir. Evlilik de hukuki bir statüdür, boşanmak da hukuki bir statüdür, nişanlılık da hukuki bir statüdür. Ben evliyim demekten gocunmuyorsan bir başka hukuki statü olan işçiyim demek de düşürmüyor. Bu ayrım bağımlı çalışan herkesi ortaklaştırıyor. Haklarının az ya da çok iş kanununda olduğunu bilip bu iş kanunuyla ilişmesi gerekiyor.

O zaman bu kitap işçiler, yani hepimiz için yazılmış diyebiliriz…

Bağımlı çalışan herkes için geçerli bir olay. Sadece statü hukuku, yani Anayasa’daki tanımdan söyleyecek olursak: Devletin asli ve sürekli işlerini genel idare esaslarına göre yürüten memur diye tarif edilenler dışındaki herkes bu kitabın konusunu oluşturuyor.

Ve bu kitapla işçiler haklarını öğrenebilir…

Haklarını ve haklarının sınırlılıklarını; var olan yargı pratiğinde, var olan mevzuata göre o mevzuatı benim yorumladığım biçimiyle eğer uygulatabilirsen ne kadar hak kaybına uğramış olduklarını da görür. Örneğin kıdem tazminatına esas kıdem süresi nasıl hesaplanır? Yargıtay kararlarına göre hastalık halleri, ücretsiz izinler bu kıdem süresi dikkate alınıyor. Ben diyorum ki 1974’te yasa değişti ve gerekçesinde diyor ki tüm askı halleri de kıdem tazminatına esas kıdem süresinin belirlenmesinde dikkate alınması için değişiklik yapıldı. O zaman diyecek ki işçiler bu kitabı okuyup benim görüşüme inanırlarsa, “bizim kıdem süremiz eksik hesaplanıyormuş, bizim fazla çalışmalarımız doğru hesaplanmıyormuş” diyecekler. İşçinin sağlığını korumak için getirilmiş düzenlemelere aykırı çalıştırmanın sadece fazla çalıştırmayla yaptırımlandırılmasının, yasadışı çalışmayı gölgelediğini görecekler. Dolayısıyla bir ana paradigmaya da bir karşı duruş var kitapta ve bu karşı duruş işçi sömürülüyor diye bir karşı duruş değil, kanunda geçen sözcüklerin hukuki yorum kurallarına göre alışılagelmiş birtakım kurallara itiraz da var. Fazla çalışma öyle değil şöyle hesaplanmalıdır, yıllık izin uygulaması şöyle değil böyle olmalıdır, kıdem tazminatına esas kıdem süresi şöyle olmalıdır diyen bir yaklaşım var. Bir başka iddiası daha var bu kitabın; bu kitap yürürlükte olan iş hukukunun işçiyi korumada etkisizleştirildiğini iddia ediyor. Bu iddiayı da şöyle somutluyor: Bir işçi, çalışırken işçilik alacaklarını alsaydı eline geçen tutarla, ödenmemesi halinde dava açarak davayı da kazanarak elde ettiği tutarı mukayese ederseniz, çalışırken almış olsaydı o parayı daha sonra aldığı paradan yüzde 40 daha fazla almış olacaktı. Hani bir şehir efsanesi var ya “işçiler açtıkları her davayı kazanıyor, işverenler tüm davaları kaybediyor, mahkemeler işçileri gözetiyor” diye. Varsayalım ki bu şehir efsanesi doğru olsun, işverenler tüm davaları kaybetmiş olsalar dahi, kaybettikleri her davada; arabuluculuk öncesinde, arabuluculukla birlikte bu oranın çok daha yükseldiğini iddia ediyorum, yüzde 30 en az yüzde 60 maksimum kaybettikleri davada daha kârlı işverenler. Hukuka aykırı davranmaktan yarar elde eden bir işveren var, onun bu hukuka aykırı davranıştan yarar elde etmemesi için ortaya konulmuş bir hukuk var, bu hukuk işverenin hukuka aykırı eyleminden yarar elde etmesinden engel olamıyor.

İşçiler ne durumda, ne yapmalı?

İşveren ana akım bir iş hukuku kitabında doğal olarak işçi çalıştıran gerçek ya da düz akışa işveren deniyor. Hayatın içerisinde öyle değil. İşçi çalıştıran işverenlerin hukukla olan ilişkileri işçiyle olan ilişkileri Türkiye gibi sermaye birikimini tamamlayamamış ülkelerde daha farklı görülür. Bu farklı görünüm iş yargılanması dikkate alınmalıdır. O nedenle işveren tarafından üretilmiş iş hiçbir belgeye kıymet vermemek gerekir. Aksi kanıtlanmadığı sürece. Bunun gerekçelerini kitapta göreceklerdir. Ya da işçinin imzasının hiçbir hukuki sonuca bağlamamak gerekir. Güvencesiz işveren otoritesinde bir işçiye hukuki sonuç bağlanmaması gerekir bunun nedenlerini de görecekler. Bunlar uç örnekler gibi gelecektir ama somuttur aslında. Örneğin risk alan işveren yoktur Türkiye’de siz bir teknoloji üretip dünyaya sunan bir tane işveren gösteremezsiniz. Devlete sırtını dayamıştır her iktidarın kaynak dağıtma alanına girmiştir. Temel bir sosyal hak olan sendika hakkından işçiyi yoksun bıraktığı için sendikalaştığı için işten işçi atıp da utanan ki utanma duygusu hukuka aykırı en temel yaptırımlardan biridir. Ben 37 yılda bir tane işveren görmedim bunu hak olarak da gördüler dolayısıyla hukukun üzerinde kendisine bir dokunulmazlığı alan. Bu istihdam yaratmış olmanın hukukun dokunamadığı bir alana kendisine saygınlık statüsüne ve güç kazandırmasını isteyen ve bunu talep eden işverenle risk almış teknoloji yaratmış feodaliteye karşı mücadele etmiş sonra kendisine karşı çok ciddi bir mücadele verilmiş ve hukukun en azından sistemin meşruluğu açısından önemli olduğunu kavramış olan bir işveren arasında dağlar kadar farklar vardır bu farkların görülmesini istedim.  İşçiyi onun ıstırabını gören görülmesi gerek bir yaklaşım sergilemeye çalıştım.

Bir sonraki sorum da tam da bu konuydu aslında, Türkiye’deki iş hukuku mevcut durumda nasıl? Kim daha çok fayda sağlayabiliyor ya da gerçekten işçiyi gözetebiliyor mu? Kitapta da zaten bahsediyorsunuz, “İşçiyi gözetemiyor” diye…

Önce şu adımı atalım, var olan hukuk kurallarını gerçekten varoluş amaçlarına uygun bir şekilde uygulatalım. İşçi bundan yararlansın, duruma bir bakalım. Eğer bu yetmiyorsa değişiklik diyelim. Ama var olan hukuk kuralları dahi uygulanmıyor. 1950’li yıllarda, bizim yasa koyucumuz bir tespit yapıyor ve diyor ki “1936’da biz iş kanununu çıkardık, 1937’de yürürlüğe soktuk, 1940 geldi savaş koşulları Milli Koruma Kanunu’nu çıkardık, iş kanununu askıya aldık, 1950’ye geldik. Bu arada işçi sayımız arttı, iyi kötü sanayileşme başladı ama ne işçilerin ülkede bir iş hukuku olduğundan haberleri var ne de işverenin kendisini sınırlandıran bir iş hukuku var diye bir kaygısı var. Üstelik işçiler, iş hukukuna aykırı bir davranışla karşı karşıya kaldıklarında her vatandaş gibi haklarını dava yoluyla aramaları gerekirken aramıyorlar. Bu iş mahkemeleri kanununun kabul edilişi sırasında söyleniyor. Çünkü işçi çalışırken hakkını arayamıyor çünkü işten atılma korkusu var. Bu korkuyu yense dahi işçi dava açmak için gittiğinde o günün ücretinden yoksun kalıyor. Yargılama giderleri o kadar yüksek ki işçi kazandığında alacağı parayla önceden yaptığı masrafları düşünüyor, vazgeçiyor. Profesyonel yardım alamıyor vekâlet ücreti vs. yüzünden. Davalar çok uzun sürüyor ve genel mahkemelerde görünüyor. O zaman diyorlar ki bu sorunu çözelim. İş mahkemeleri kanunu çıkarıyorlar, işçiler açmış oldukları davalardan yargı gideri alınmıyor. İşçi dava açmak için mahkemeye gittiğinde çalışmadığı sırada alamadığı yevmiyeyi de yargılama gideri olarak davanın sonunda hâkim karar versin deniyor. Avukatlık kanununa atıf yaparak adli yardım geliştiriyorlar. Dolayısıyla işçinin önünde hak aramasını engelleyecek şeyleri kaldırıyorlar ve uzman mahkemeler kuruyorlar. Bu sistem işlemiyor o ayrı bir konu ama ayrı bir iş mahkemeleri kanunu koyuyorlar. Yazarken sordum niye 1950 çünkü 1950’de sendikalaşma var, sendikalar kanunu çıkmış, sendikalar hızla güçleniyor. İşçiler bu güvencesiz ortamda sendikalara doğru gidiyorlar, aslında kolektif iş hukukunu, sendikalaşmayı; bireysel iş hukukunu artırarak devletin engelleme çabası var. 1964’te bakıyorlar bu iş olmuyor, harç alınmayacak tutarı asgari ücretle sınırlıyorlar. 1980’de darbe oluyor. Darbeden birkaç ay sonra Milli Güvenlik Kurulu’na bir kanun tasarısı geliyor. Bakanlık temsilcisi diyor ki “İşverenler dava açtıklarında harç yatırıyorlar, işçiler dava açtıklarında yatırmıyorlar, bu eşitlik ilkesine aykırı.” Kenan evren de doğru aykırıdır diyor ve bu hüküm kaldırılıyor. Şimdi öyle bir noktaya geliyor ki yargılamanın maliyeti nedeniyle bir sürü işçi hakkını sonuna kadar aramaktan vazgeçiyor. “Dava açarsan bir lira bile kaybedersen karşı taraf vekâlet ücreti var, bilirkişi ücreti, yargılama gideri var” deniliyor. Bunu devlet peşin alıyor. Bir işçi dava açtığında en az 25 bin liralık bir riski göze almak zorunda. Dolayısıyla yargılama giderleri artırılıyor. Yargılama süresi de yerel mahkemede 300 günden fazla, istinafta süre vermiyor, Yargıtay’da iş davalarında ortalama 75 gün veriyor, topladığınızda yaklaşık 5 yıllık bir süreç çıkıyor. Ya 5 yıl bu hakkın mücadelesini vereceksin ya da arabuluculuk aşamasında 100 liralık alacağına 20 lira önerilecek. “Lanet olsun” diyeceksin ve bunun adı da uzlaşma olacak. Haksız işten atıldığın zaman davayı açacaksın sana feshin geçersiz olduğu kararı verilse bile 4 aya kadar çalıştırılmayan süre ücretin, 4 ayla 8 ay arasındaki toplu sözleşmeyle artırman bile mümkün değil, sonucunda 5 sonra ulaşabileceğin değer aynı şekilde kalmayacak. Bununla yetinen bir iş güvencesi. İşçiyi, işyerinde işverenin yapmış olduğu hukuka aykırı uygulamaları görünür kılacak şekilde iş organizasyonu hiçbir yerde yok. İşçi işten atılana kadar bu hukuk işlemeyecek. İşçi işten atıldığında da haklarının kanunda tam olarak ödenir demesine rağmen, kimse tam ödemeyecek. İşçi kaybettiğinin yanında biraz daha kaybedecek. İş hukuku pratiğinde korunan bir işçi yok. Buna rağmen işçi bu kadar güvencesiz olmasına rağmen hâlâ “her davayı işçileri kazanıyor” deniyor. İşveren de kanun gözetmiyor. “kanunlar kurumsal işyerlerinde haksız rekabete neden oluyor” deniyor. Asıl bu durumu yaratan kendisine kurumsal sıfatını yakıştırarak meşruluk kazanan o büyük işyerleri. Çünkü onlar kendi işyerlerinin hemen etrafındaki tedarikçi firmalarla öyle bir ağ örüyorlar ki güvencesizliğin yeniden üretilmesinin sistematik, kurumsallaşmış bir yağısını oluşturuyorlar. Dolayısıyla kurumsal işyerlerindeki meşrulaştırmaya karşı da bu kitapta ciddi bir tartışma açmaya çalıştım. Rakamlara baktığınız zaman kamuyu bir tarafa bıraktığınız zaman sendikalı işçi sayısı yüzde 6-7’lerde. Yüzde 15 olsa bile biz 36’dan bugüne hâlâ yüzde 85’i oluşturan bir işçi grubunu çalışırken iş yasasını kullanabilir bir hale getirmeyi becerememiş bir ülkede yaşıyoruz. Bunun adı emeğin yağmasıdır işte. Biz kapitalist bir sistemde yaşıyoruz. Emek sömürülecek, kapitalizm devam edecek, sistem içi konuşuyoruz. Sömürü başka yağma başka. Yağmanın sürdürüldüğü ve zaman zaman iş hukukuyla perdelendiği bir süreci yaşıyoruz. Bu süreçte emekten yana bir hukukçu olarak o duruşma salonlarına girdiğinizde midenize giren krampları bir düşünün. Kazanırken kaybetmenin yarattığı ruh halini de düşünün ve burada yalnız değilsiniz. Onlarca benimle birlikte yürüyen, arkadan gelen, gelecek olan iş hukukçuları haklı olduğu halde kaybetmenin, üstelik de haksızmış gibi görünmenin ikilemini yaşıyorlar. Burada mesleki anlamda ruh sağlığını korumak zor. O yüzden bağırmak gerekiyor, feryat etmek gerekiyor. Biz haklıyız ancak bizim haklılığımızı öylesine bir perdeliyor ki bizi mahcubiyete itiyor, haklıyız demekten utanır hale geliyoruz. Türkiye’de henüz daha yağma durdurulmamış, yağmayı durdur ondan sonra verimliliği tartışılır. Daha iş hukuku işçinin hayatına girmemiş. Grev uygulanmış bir iş yerinde, başarılı grev yaptığı için yasa kullanılarak hayatından bezdirilen bir iş yerinde “sıcaklık şöyle cereyan böyle” diye soruyor. Kanuna göre para cezası ödeyecek ama devam ettiriyor. Ben buradan geliyorum. Karşımdaki işçiye “kural bu uymazsa bu kadar para cezası var” diyorum, sonrası yok. Müfettiş gelecek bakacak tespit ederse… İşçi diyor ki “koruma yoksa hukuk yok o zaman” diyor. Ben işçilere bunu anlatamamanın sancısıyla geldim. İş yerini korumaya bir itirazım yok, vergi hukukuyla, gümrük mevzuatıyla, ticaret hukukuyla koru, koruyorsun zaten. Ama mesele iş hukukuna gelince duruyorsun. Bir işveren ticaret yapıyor diyelim ki iflas ediyor, olabilir. İşçinin alacakları ne olacak? İcra iflas kanununa göre herkes gibi işçiler hakkını arayacak dava açacak kazanacak. İki örnek vereceğim, biri Um Tersanesi. 17 sene oldu 103 işçi, önce orada bir sendika örgütlendi, toplu sözleşme yaptı. O toplu sözleşmeyi boşa çıkarabilmek için 3 formenini işten çıkardı işveren, GSR limitet şirketini kurdu. İşçileri oraya devretti toplu sözleşmeyi etkisiz hale getirdi. Sonra da işçileri işten çıkardı, “bunlar benim işçim değil” dedi. Gökhan, Serdar, Ramazan’dan işverenin sorumlu olduğunu, işverenden alacakları olduğunu ilama bağladık, bu Yargıtay’a gitti, kesinleşti, icra takibi de kesinleşti. İşyerine hacze gittik. Önce işyerindeki menkul malları kaldırdık, yediemin bürosuna bırakıyoruz. Prosedüre birebir uyuyoruz. Yediemin bürosunda metrekareye göre hesap alıyorlar. Mallar satıldı, yediemin bürosu dedi ki bunun üçte ikisi benim. İşçilere 200 liradan başka bir şey kalmadı. Gayrimenkulün satışını istedik, her bir aşamasına itiraz ediyorlar, dava içinde davalar çıkıyor, onları da bitirdik. Satış aşamasına geldik, satış şartnamesi dosyadan kayboldu, satış düştü. Sorumlu memur hakkında suç duyurusunda bulunduk memur ceza aldı ama giden gitti. Yeniden satış istedik. Kimse orayı satın almak istemedi, 8 satışta düştü. Şimdi hacizleri devam ettiriyoruz. 17 senedir alacağını alamayan işçinin evine bankalardan haciz geliyor. İşçi de diyor ki “bu nasıl bir şey orada tersane duruyor, avukat satıp paramı alamıyor ama başka avukatlar gelip benim eşyamı alıyor” diyor ve cumhuriyet savcılığına gidip diyor ki “Murat özveri, işyeri avukatlarıyla işbirliği içerisinde 16 senedir benim paramı tahsil etmiyor.” Şimdi ben bu prosedürü işçiye anlatmak zorunda kalıyorum. Tüm bu sancıları yaşamış birisi olarak siz ne yaparsınız? Sonra da koca koca adamlar çıkıp “işverene de bu kadar ağır bir yükümlülük getirilir mi? Böyle ağır bir iş güvencesi sistemi olur mu?” diyorlar. Sanki Türkiye’de yağma sürmüyormuş gibi oluyor. Yargıtay kararlarına bakıyorsunuz aynı denge anlayışını görüyorsunuz. Yerel mahkeme kararlarına bakıyorsunuz “işçinin böyle bir lüksü yoktur. İş koşullarındaki değişiklik nedeniyle feshedemez” deniyor. Bunları gördüğünüz zaman çaresizliği dile getirmek zorunda kalıyorsunuz. Tarihin bu kesiminde bu iş bize kısmet oldu ve biz bir çığlık attık. Muharrem Ertaş’a bozlak nedir diye soruyorlar “Gök kubbeye atılmış bir çığlıktır” diyor. Kıraç da Dadaloğlu türküsünü söylerken Muharrem Ertaş’tan bir dörtlük söylüyor ve “Muharrem Hoca çığlığı böyle atmış” diyor, sonra Cem Karaca’dan bir parça söylüyor, “O da böyle atmış” diyor. Biz de böyle attık. Tüm çalışma hayatının çığlığını atmaya çalıştık. Bu sorunlar sürdükçe birileri daha çığlık atacak. Bir çığlık atmak, işçi hukukunun derdini dile getirmek gerekiyor. Aşkım da var, emekte sömürürüz, adaletli bir dünyada yaşamak istiyorum. Ben de bir bozlak yazmaya çalıştım, itirazımızı dile getirmek için.

Geliri Cerenler Vakfı’na gidecek, belki biraz bundan bahsedebiliriz…

Şimdi şöyle Cerenler Vakfı tam adıyla Emine Ceren Özveri Eğitim Ve Dayanışma Vakfı. Yeni bir vakıf, 2 yıl oldu kuralı. Şu anda 35 öğrencimiz var. Ayda 2 bin 500 lira burs veriyoruz onlara. Öncelikle referans üzerine öğrenci kabul etmiyor. Başvurular içerisinde belgelendirilmiş en çok gereksinimi olan kesime ulaşmaya çalışıyor. Dili, dini, ırkı, cinsiyeti asla ilgilendirmiyor. Hatta nötr oluyor. Bunlar belgelendirilmiş şeylerden ki bu 35 kişiyi 4 bin 500 kişi içerisinden seçtik. Müthiş bir dayanışma gereksinimi var. Bunlar Türkiye’de ilk 10 bine giren başarılı öğrencilerimiz. Aileye giren ortalama gelirleri de 10 bin 000 lira civarında. Sadece 35 kişi mi, hayır daha fazla var ama seçmek zorundayız olanaklar anlamında. Büyük bir çoğunluğunda ebeveynlerinden biri yok. Örneğin biri vefat etmiş 1800 gibi bir prim olmadığı için ölüm sigortasından geride bağlanmamış böyle durumu olan da var. Bu dayanışmayla büyüyecek. Dayanışmayla büyümesinin yanında da kendi vakfı olanakları da değerlendirmek gerekiyor. Ben kendim son viraja girmiş birisi olarak tarif ediyorum. İstedik ki hem bir dayanışmanın vesilesi olsun hem sadece bunlar değil bizim vakfettiğimiz örneğin benim verdiğim eğitimlerden de elde edilen gelirler Aziz’in de eğitimlerden elde edilen gelirler bunlar vakfa gidiyor. Hedefimiz biraz daha miktarı artırıp sayıyı 50’ye çıkarmak çünkü 20’ye yakın mezunumuz olacak. Dolayısıyla tüm gelirler vakfa gidiyor. Bir başka özelliğimiz daha var. Bizim açımızdan öğrencilerimiz için bu burs hak bizde görev bizde vesilesiyiz. Bize karşı onların hakları olduğu için hiçbir borçları yok. Maddi ya da manevi hiçbir talebimiz yok. Biz koşullar uygun olduğu sürece vereceğiz ondan sonra unutacağız onlar bizi anımsarsa ne güzel anımsamazlarsa asla anımsayın diyen bursların ulaşmasında bir aksilik olmadığı sürece bizden bir şey talep etmediği sürece aramıyoruz. Sadece deprem bölgesinden 12 öğrencimiz vardı doğal olarak ‘nasılsın’ demek için aradık onun dışında hiçbir şekilde müdahil etmiyoruz. Vakfımızın sıfır gideri var muhasebecimiz gönüllü biz gönüllü çalışıyoruz hiçbir şekilde bir talebimiz yok sadece bankalardan burs yatırırken yapılan provizyon ücretinin dışında hiçbir giderimiz yok. Her şeyimiz açık hesaplarımızı veriyoruz ve bu vakfı gücümüz olduğu müddetçe dayanışmalarla var etmeye çalışıyoruz. Biliyoruz ki siz insanlar dönemin getirdiği bir takım olumsuzluklar nedeniyle haklı olarak vakıflara derneklere kurumsal yapılara güvensizlik duyabiliyorlar anlıyoruz. Ve gördük ki bu güvensizlik nedeniyle insanlar kendi etraflarında tanıttıkları bildikleri yerlere de dayanışma ağı örmüşler. Bu da bizi sevindiriyor ama dediğimiz gibi yarattığımız olanaklar üzerinden vakfa gitmek dolayısıyla da bu kitabın ve 12 kitabım oldu şimdiye kadar ‘bilgi paylaşım içindir’ dedim hiçbirisi ücretli satılmadı. Ücretli basılan 1 tane kitabım vardı 200 tanesi dışında satın aldım, alandaki tüm yerlere dağıttım çıkardığım vergi Birleşik Metal İşçileri Sendikası sponsorluğunda ücretsiz dağıtılıyor. Ama bu kitap zaman zaman yüzümü kızartarak da olsa öğrencilerin geleceklerine yönelik küçükte olsa bir katkı sağlaması anlamıyla ücretli olarak piyasaya çıktı. Türkiye’de emeğin yağmalanmasının durdurulduğu iş hukukun etkin ve bağlık amacına uygun şekilde hayata geçirildiği bir çalışma hayatının oluşturulması mücadelesine bir nebzede katkı oluruz diye düşünüyorum.