Şu iki soruyu sorarak başlayalım yazıya: Bir, iktidarla emperyalizm arasında uzlaşmaz bir çelişki var mı ve iki, iktidarın şu anki pozisyonu anti-emperyalist bir pozisyona mı tekabül ediyor? Bu soruların yanıtları önemli, çünkü hem Türkiye’nin nereye gittiğini anlayabilmek hem de bu gidişat esnasında takınılacak siyasi tavrı netleştirmek bu sorulara vereceğimiz yanıtlara bağlı.

O halde yanıtlamaya çalışalım.

Bu sorulara bizim vereceğimiz yanıt çok net: İster salt dışsal bir olgu olarak alınsın, ister hem içsel hem de dışsal, iktidarla emperyalizm arasında uzlaşmaz bir çelişki yok ve iktidarın politikalarını anti-emperyalist politikalar olarak adlandırmak mümkün değil. Emperyalizmi salt dışsal bir olgu olarak aldığımızda, iktidarın Türkiye’yi emperyalist bağımlılık mekanizmalarından bilinçli ve programlı bir şekilde uzaklaştırdığını, emperyalist merkezlere verilmiş taahhütlerden vazgeçildiğini ya da küresel finans kapitalin etkilerine kapama yönünde birtakım adımlar attığını iddia etmek mümkün mü?

Peki emperyalizmi hem dışsal hem de içsel bir olgu olarak ele aldığımızda, anti-emperyalizmden söz edebilir miyiz? Bilakis, bugün iktidar partisi, emperyalizmin küresel ekonomik programı olan neo-liberal politikaları tavizsiz bir şekilde uygulamaya devam ediyor. Özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, kamu ekonomisinin ve sosyal devletin tasfiyesi, doğanın talanı ve ranta açılması tam gaz ilerliyor. Geride kalan 15 yıl boyunca ortaya konmuş bir ulusal sanayi planı, bir kalkınma stratejisi, bir üretim ekonomisi modeli yok ve bu Türkiye’yi 15 yıl öncesine göre emperyalizme çok daha bağımlı hale getirmiş durumda, kaldı ki anti-emperyalizm!

Güzel, bu iki soruyu yanıtladıktan sonra, şimdi buradan hareketle başka bir soru soralım: İktidarla emperyalizm arasında uzlaşmaz bir çelişki olmaması ve iktidarın anti-emperyalizmle uzaktan yakından ilgisinin bulunmaması, emperyalizmin Türkiye’ye yönelik birtakım planlarının olmadığı, Türkiye’ye yönelik birtakım müdahalelere hazırlanılmadığı anlamına gelir mi?

Bu sorunun yanıtının da açık bir şekilde “Hayır” olarak verilmesi gerekiyor. İnşa edilen rejimin karakteristiği giderek ulusal ve uluslararası ölçekte düzenle daha fazla çatışır ve emperyalist hiyerarşi içerisindeki krizleri tetikler, çelişkileri derinleştirir hale geldikçe, emperyalist merkezlerde açıkça “Türkiye’nin fabrika ayarları”na döndürülmesi” hususunda bir iradenin şekillenmekte olduğunu görüyoruz. İktidar, neo-liberal politikaları devam ettirmenin ve emperyalizmin ekonomi modeliyle çelişecek adımlar atmamanın uluslararası meşruiyet açısından yeterli olduğunu zannediyor ama fena halde yanılıyor. İşte Almanya ile yaşanan ve giderek derinleşen krizi bu bağlama yerleştirerek okumak gerekiyor.

Almanya’nın derdi Türkiye’deki hak ihlalleri, OHAL, otoriterleşme süreci, rejimin baskıcı karakteri vs. elbette değil, Almanya’nın ya da Batı’nın herhangi bir ülkede ilkesel olarak demokrasiyi desteklediğini ve ülke yönetimine olan tavrını ona göre belirlediğini söylemek söz konusu olamaz, mesele çıkarların çatışıyor hale gelmesi ve Erdoğan’ın emperyalizm açısından öngörülemeyen bir figür haline dönüşmesidir ki bunun artık kesin bir şekilde ikili ilişkilere yansımaya başladığını görebiliyoruz.

Almanya bugün başta kimi Cemaat mensupları ve Türk NATO subayları ya da liberal gazeteciler olmak üzere kimi “rejim karşıtları”na ev sahipliği yapıyor ve burada adeta bir “diaspora” şekilleniyor. İktidar buna, “kapıları açıp mültecileri salma” blöfünden tutun da, kimi Alman vatandaşlarını tutuklamaya, İncirlik ve Konya’daki üsleri Alman vekillerin ziyaretine kapamaya kadar çeşitli karşılıklar vermeye çalışıyor, Almanya’da çeşitli istihbarat operasyonlarına girişiyor, Almanya’daki Türkler üzerinden Alman siyasetine müdahil olmaya uğraşıyor.

Dışişleri Bakanı Gabriel’in son yaptığı açıklamalar ise krizin gidişatına dair önemli ipuçları veriyor. Gabriel açıkça Türkiye’ye yönelik politikalarını değiştireceğini söylüyor ve turizm, askeri anlaşmalar, ekonomik yatırımlar ve AB mali yardımları başlıkları üzerinden iktidarı programlı bir şekilde sıkıştıracaklarını net bir şekilde söylüyor. Özellikle iktisadi bağımlılık ilişkileri üzerinden bakıldığında ortada elbette ki asimetrik bir güç dengesi var. Almanya’nın yaptırımları derinleştirmesi, Türkiye ekonomisi üzerinde çok ciddi yıkıcı etkiler yaratacaktır ve bir krizi kaçınılmaz kılacaktır. İktidarın “Seçimlerden dolayı böyle sertleştiler” açıklaması ise gerçeklikten hayli kopuk görünüyor ve olan bitenin pek de anlaşılamadığına işaret ediyor. Almanya’nın hamlesi geçici ve konjonktürel olmaktan ziyade, daha uzun vadeli bir stratejinin, bir siyasal müdahale programının parçası gibi görünüyor.

Türkiye’nin emperyalist müdahalelere daha açık olduğu bir döneme girmiş bulunuyoruz. Uyduruk bir anti-emperyalizm adına iktidara koltuk değnekliği yapmayan ama “Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” diyerek emperyalizme yedeklenmeyen, bağımsız, sol bir siyasi hat inşası bugün her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor; hazırlıklı ve donanımlı olmak gerekiyor, çünkü ufukta yeni kırılmalar, köklü dönüşümler görünüyor.