Eski Türkiye’de “en karanlık” günlerin yaşandığı 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin birinci yıl dönümüne yaklaşıldığı 1981’in yaz aylarında İstanbul’un Şile ilçesinde yaşanan bir olayı anlatmak istiyorum.

Ama önce Türkiye’nin o tarihteki hal-i pür melalini kısaca özetlemeliyim.

Ülke beş general tarafından yönetiliyordu, daha doğrusu teslim alınmıştı!..

En baştaki general devamlı surette konuşmalar yapıyor, her konuşmasından sonra sıkıyönetim komutanları hedefteki kişiler için “teslim ol” çağrısı çıkarıyorlardı. Ülkenin aydınları doğrudan hedef tahtası haline getirilmiş durumdaydılar. Sağcı gazetelerin önde gelen yazarları geleneksel yapılarına uygun olarak generallere akıl veriyorlar, kapatılması gerekli örgütleri, tutuklanması gerekli kişileri hem manşetlerden hem de köşelerinden ihbar ediyorlardı.

Sendikalar kapalı, grevler yasak, toplu sözleşme yok! Buna karşın Türkiye Madeni Eşya Sanayicileri Sendikasının (MESS) Başkanı Turgut Özal fiili başbakan olarak hükümetin dümenine oturtulmuş halde dolu dizgin demokrasiden uzaklaşıyorduk.
Türkiye’nin henüz “turizm patlaması” yapamadığı yıllardaydık.

Alanya’dan Kemer’e kadar bütün Antalya sahillerinin devasa otellere dönüştürülmesine daha zaman vardı.

Bodrum’dan önce İstanbul’un en revaçta tatil beldesi olan Şile artık 1970’li yılların çekiciliğinden uzaklaşmaya başlamıştı. Her yaz Şile’nin ilgi merkezinde olan Zeki Müren de Bodrum’a göç etmiş “Paşa” rütbesine çıkmıştı. Yanına gelen herkes ona olan saygısını böyle ifade ediyordu:

-Paşam günaydın, Paşam iyi akşamlar!

Zeki Müren ise kendisine neden “Paşa” denildiğini olanca muzipliğiyle şöyle izah ediyordu:

-Neden olacak, generallere bir şey diyemediklerinden bana Paşa diyorlar!

Biz yine dönelim 12 Eylül’ün Şile’sine…

Tatillerini Şile’de geçirmek isteyenler mütevazı küçük moteller, ev pansiyonlarını tercih ediyorlardı. Esas tatilci ağırlığını ise çadırcılar oluşturuyordu.

Şile sahilindeki Ayazma çeşmesinden Kumbaba’ya kadar uzanan bölgede kurulan kampinglerde çok cüzi bir ücretle haftalarca çadır kurulabiliyordu. Tatillerini bitirip İstanbul’a dönenler çadırlarını komşularına emanet ediyorlar, hafta sonları gelip yaz keyfine devam ediyorlardı.

Yamaçlara teraslama yöntemiyle kurulan kampinglerin hafta sonlarında “altyapı” sorunları ortaya çıkıyordu. Duşlar ve tuvalet için yapılmış fosseptik çukurları Cuma ve Cumartesi günleri istiap haddini aşıyorlardı. Sonuçları ise Pazar günü ortaya çıkıyordu.

Böylesi bir Pazar günü çok erken saatlerde sabah sporu niyetine uzun sahil yürüyüşü yapanlar kampingler bölgesine geldiklerinde çukurlardan taşan lağımın önce kampingin toprak duvarı dibinde gölcükler oluşturup oradan da sahile doğru kendi yolunu bulduğunu gördüler.

Etrafa yayılan koku korkunçtu. İnsanlar burunlarını tutarak geçiyorlardı. Ama orada gördükleri ise daha fazla dikkatlerini çekti. Lağım gölünün iki metre yüksekliğinde bulunan çadırın önünde masasının üzerinde kahvesi, elinde sigarasıyla “sabah keyfi” yapan adam gayet huzurluydu.

Yürüyüşçülerden biri dayanamayıp adama seslendi:

-Kardeş bu kokuda nasıl duruyorsunuz?

-Hangi koku?

-Tam altınızdaki lağım gölünün kokusu!

-Haa o mu alıştık, bize gelmiyor koku moku!!!

Yürüyüşçülere söyleyecek söz kalmamıştı. Adamın boş vermişliğini ülkedeki rejime bağlayarak uzaklaşırlarken kendi aralarında da söyleniyorlardı. Kimi adama kızıyordu kimi baskı rejimine:

-Bu ülkenin foseptiği patlamış!