Cumhuriyet davasının üçüncü duruşması 25 Eylül 2015 Pazartesi günü yapıldı. Duruşma öncesi “Dışarıdaki Gazeteciler” inisiyatifinin olağanüstü çalışması, gazetenin çağrısı ile TBMM’nin en dayanışmacı milletvekilleri, gazeteciler, sanatçılar, avukatlar, sendikacılar, aydınlardan oluşan büyük bir nitelikli kitle Çağlayan Adliye binasının beton denizi görünümlü avlusunda toplanmışlardı.

Öğle sıcağı betona vurunca ikiye katlanıyordu. Ama kimse bir an önce buradan ayrılayım düşüncesinde değildi. Basın açıklamaları yapıldıktan sonra da bu hava değişmedi. Muzip olanlar yine pozitif bir olgu çıkarabiliyorlardı:

-Sıcak Dayanışma!

Gerçekten de sıcak bir dayanışma vardı. Yaşı yetenlerin hepsi de dayanışma birikimle sahiptiler. 12 Mart, 12 Eylül, 1990’ların Bölgesi ve 2000’lerin akepesi… Hepsinin sunduğu zehirden istifade etmişlerdi.

•••

Kimler yoktu ki?

Aslında isim saymak risklidir. Unuttukların, göremediklerin, atladıkların haliyle alınırlar. Ben konuştuklarımdan bir bölümünün adlarını bu yazının içinde geçirmek istiyorum.

İlk önce Diplomat Aydın Selcen ile sendikacı Mustafa Paçal’ı gördüm. Selcen Türkiye’nin ilk Erbil Başkonsolosu olarak 3,5 yıl görev yapmıştı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin başkentinde… O gün de referandum vardı bilindiği üzere. Basın açıklamasına kadar bölge ve liderler hakkında Selcen’in değerlendirmelerini dinledik ilgiyle… Sonra Hakan Kara ve eşi Sinem Kara ile kucaklaştık. Bir iki adım atmıştım ki, oyuncu Orhan Aydın’ın açılmış sevgi dolu kollarına düştüm.

Davanın sanıklarından Cumhuriyet Avukatı Mustafa Kemal Güngör’ü tahliye sonrasında ilk kez görüyordum, gazeteye gittiğimde sadece Bülent Utku ile hasret giderebilmiştim önce duruşma sonrasında…

AİHM’de en çok dava kazanan avukat unvanına sahip eski milletvekili Hasip Kaplan, gazeteci yazar Faik Bulut, gazeteci Tayfun Gönüllü, genç çalışma arkadaşı Simay Gözener ile birlikte derme çatma sıcak sevimli çay ocağına otururken Nur Sürer ve bir süre önce tahliye olan eşi Sarp Kuray’ı gördüm, el salladık birbirimize…

Sıcak beton üzerinde dolanırken savaş alanlarının en cesur kadın gazetecisi Nevin Sungur’u ve kameraman Gökhan Acul ile yanlarındaki yabancı gazeteci arkadaşlarıyla hasret giderdik.

Cumhuriyet’in Eski Milliyet’ten kazandığı Zeynep Oral hiçbir duruşmayı kaçırmama özeniyle oradaydı Türkiye Pen Kulüp Başkanı sıfatıyla… Hemen arkasında “özgür” gazeteci Selin Ongun binaya doğru ilerliyordu.

Tam işte orada diye işaretleyip ona doğru hareket ettiğim Musa Kart’ın karşısında yine birkaç yabancı kamera vardı. Ona değemeden geçtim.

Sevimli kafenin çıkışında ise benim sevgisine doyamadığım ağabeyim Altan Erbulak’ın eşi Füsun Erbulak ve kızı Sevinç Erbulak ile karşılaştım. Nasıl bir hasret gidermeyse her sarılmada özlememiz daha artıyordu. Çünkü Altan Ağabey bizi bırakıp yıldızlara doğru yükselişinden 30 yıl geçmişti.

•••

Duruşma salonu elbette bizleri alamazdı. Avrupa’nın en büyük yargılama binası olarak ilan edilen yapıda böylesi bir duruşma için uygun/yeterli salon yoktu!

Yüksek sesle haykırıldığında “Hepsinin tahliyesini istiyoruz” deniliyordu. Ancak küçük sesli konuşmalarda firelerin olabileceği ifade ediliyordu.

En çok da Ahmet Şık için endişe vardı. Ahmet savunmaları kadar, duruşma aralarındaki kısa mesajlarıyla da karşısındakileri sarsıyordu.

Zaten o da bunu bildiğinden olsa gerek hakim sorduğunda kalktı ve tahliyesini istemedi.

Onun bu hali akıllara Nikos Kazancakis’in kitaplarında, okurlarının yüreklerinde ve Girit’teki anıt mezarında yazılı olan şu sözleri getirdi:

“Hiçbir şey ummuyorum, hiç kimseden korkmuyorum, özgürüm!”

Ahmet Şık’ın son duruşmadaki kısa cümlesi de Kazancakis kadar görkemli bir çıkıştı:

“Hiçbir talebim yok!”