Barış Manço, on yedi yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Ben, on yedi yıl önce bugün, ilk kez bir mekânda plak çaldım. Geceyi başarıyla sonlandırıp eve gittiğimde aldığım ilk haber, Manço’nun ölümüydü

Memleket ahvali, çok zamandır müzikle ilgilenmemize izin vermiyor. Ocak bitti, 2016’nın ilk ayı bir çırpıda ve yine saçma sapan geçti. Yine bir ay boyunca yukarıdakilerin saçmalamalarını, gereksiz hırslarını ve tuhaf beyanatlarını konuştuk. Başka şeylerden, en basitinden hayattan söz ettiğimiz zamanlarda kendimizi suç işlemiş gibi hissediyor olmamız bundan. Müziği ve hayatı güzelleştiren her şeyi fena bir şey olarak algılayan bir iktidarca yönetiliyoruz. İşlerine geldiğinde Cem Karaca’dan Ahmet Kaya’ya pek çok müzisyenin adını ağzına alanlar, yanlarında olmayan müzisyenleri kötülüyor, barış isteyenleri terörist ilan ediyor. Sadece müzisyenler değil, akademisyenler ve onlara destek veren herkes bu ara “şüpheli”. Devletin yanındaysanız ve yürüttüğü kirli savaşı destekliyorsanız ideal vatandaşsınız ama “barış” istiyor ve devleti eleştiriyorsanız uzaklaştırılması gereken ve teröre destek veren hainler olarak nitelendiriliyorsunuz. Devlet, elbette yanında olanı sever ama bunlarınki, sevgiden öte bir ayrımcılık. Vatandaşını ayıran devletten kimseye, en çok da kendine yarar gelmez. Vatandaşını bölen, günün birinde yok olmaya mahkumdur. Anayasanın eşitlik ilkesini bile kendine uyarlayan, “bana yakın olanlar daha eşittir”e çeken anlayış, sonunda acılar çekerek yok olacak. Günün birinde, mutlaka.

Yazıya böyle başladım ama karamsar devam etmeyeceğim. Yazılarımı takip edenler bilir: Umutsuz değilim, olmayı sevmem. En mutsuz olduğum anda bile umutsuz değilim. Umutsuzluk insanı yok eder, perişan eder ve bu aralar ne yok olmak ne de perişan olmak gibi bir lüksümüz yok. İnadına yaşamak dedikleri var ya, yapmamız gereken tam da bu. Bugün barış istiyorsak sebebimiz var: Savaş istemiyoruz. Savaş isteyenin yanında değil her dem karşısında yer alacağımı söylememe gerek yok sanırım. İnsan olanın safı belli: Savaş yerine barış. Bu kadar açık. Bunca barış lafı ettikten sonra geleceğim yer belli aslında: Barış Manço. On yedi yıl önce kaybettiğimiz o büyük insan. Büyük zira memleketin en iyi hikâyecilerinden biri Manço. Kadıköylü. Geçmişten besleniyor ama anlattıklarını geleceğe taşıyor. Osman, Zehra, Düriye ve daha nicesi, onun şarkılarıyla hayatımıza girdi. Küçük hikâyeleri büyük ustalıkla anlattı. Çocukluğumuzdan bu yana bizi sardı, sarmaladı. “Arkadaşım Eşşek”le başlayan tanışıklığımız, hayatımızın her döneminde yan yana ilerledi. Bugün yanımızda değil belki Barış Manço ama şarkıları her dem başucumuzda. En azından kendi adıma bunun böyle olduğunu söyleyebiliyorum.

hikayecilerin-pîri-baris-manco-109215-1.

Kurtalan Ekspres’le ilerlediği yolundan hiçbir zaman sapmayan, “ağır” şarkıları ana artere yerleştiren, “7’den 77’ye” kendini sevdiren bir insandan söz ediyoruz. Sözü dinlenen, anlattıklarına inandığımız bir insan –ki böylesini memlekette bulmak sahiden zor. Yeniçeri kostümüyle ve “kahramanlık türküleri”yle sahneye çıktığında, kaftanıyla bizi selamladığında ya da şarkılarını sol yumruğu havada söylediğinde hep aynı insan. Özü bu kelimede gizli: İnsan. Sağcı bilinir ama buna dair hiçbir emare yok elimizde. Oğullarına Doğukan Hazar ve Batıkan Zorbey adını koyması, “eski” hikâyeleri anlatması, Orta Asya’ya uzanması ya da Osmanlı müziğine ilgi duyması ve hatta DYP’den belediye başkanlığına aday olması –ki sonradan rahatsız olarak çekmiştir adaylığını- onu sağcı yapmaz. Solcu olduğu da iddia edilemez ama zaten onun nerede durduğu bizi pek de ilgilendirmiyor. Tek gerçek, az önce söylediğim: Barış Manço, memleketin en iyi hikâyecilerinden biri ve onun anlattığı hikâyeler olmasaydı, eksik kalırdık.

Osman’ı hatırlayın: Hani “ağa kızı”na vurulan “on yedisinde”ki “yoksul, garip” Osman’ı. Şerife’ye âşık olan, “bir dikili taşı bile” olmayan Osman’ı. Manço’nun en sevdiğim şarkılarından biri bu. “Osman kim Şerife kim” diyen, araya giren “ağalar beyler”e şarkının sonunda şöyle seslenir Manço: “Dinleyin ağalar dinleyin beyler / Üç günlük dünyada üç kuruşluk mala gönül verenler / Bilesiniz artık Osman’ın da bir taşı var / Bir avuç toprağa dikili bir taşı / Bir de ağızdan ağıza / Dalga dalga yayılan bir türküsü var Osman’ın…”

Şanslıyım, Barış Manço’yu çok kez sahnede gördüm, şarkılarına eşlik ettim. İlk dinlediğimde on üç yaşındaydım, son dinlediğimde yirmi altı. Öldüğü gün şaşırmıştım. “Ölmez” dediklerimdendi Barış Manço. Öldü. En erken gidenlerdendi. Ardından çok yazı yazdım, söyleyeceklerim hâlâ bitmedi. Bugün, Manço külliyatına girdiğimde kendimi kurtaramadığım doğrudur: Şarkıdan şarkıya, dönemden döneme atlıyor, şarkılarını her seferinde aynı heyecanla dinliyorum. Ezbere bildiğim şarkıları her seferinde aynı heyecanla dinleten kaç şarkıcı var ki bu dünyada?

Çocuklarla yaptığı “Adam Olacak Çocuk”, yaşlıları konuk ettiği “İkinci Kahvaltı”, “Gülpembe”den “Balsultan”a nice hikâye ve “Al Beni”den “Gibi Gibi”ye, “Dağlar Dağlar”dan “Süper Babaanne”ye pek çok şarkı, ondan bize kalan… Bugün dönüp dolaşıp programlarını yeniden izliyorsak bundan özlemin payı büyük. Sadece geçmişimize dönük bir özlem değil ama bu: İnsana özlem. Bu aralar, en çok buna ihtiyacımız var. Çevremizde insan yok. Kendi içimize kapandık ve dışarıyla teması asgariye indirdik. Barış Manço bize temas etmeyi öğretti aslında: İnsanlarla konuşmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Her insanın, küçük de olsa bir hikâyesi olduğunu da onunla öğrendik. Hikâyelerimizi anlatmayı hatta…

“Dut Ağacı”, “Sakız Hanım – Mahur Bey” gibi mahalle hikâyeleri, “Ahmet Bey’in Ceketi”nden “Domates Biber Patlıcan”a uzanan insan hikâyeleri, ilk aşlar, kırgınlıklar, yalnızlıklar ve yaşanmışlıklar, onun şarkılarından bize kalan. Her dinlediğimizde farklı bir yönünü yakaladığımız şarkılarından.

Barış Manço, on yedi yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Ben, on yedi yıl önce bugün, ilk kez bir mekânda plak çaldım. Geceyi başarıyla sonlandırıp eve gittiğimde aldığım ilk haber, Manço’nun ölümüydü. Bugün, değişik mekanlardaki çalmalarıma hep Barış Manço şarkılarıyla başlıyorsam, biraz da o gecenin anısına.

İçimizden biri Barış Manço. Bizim hikâyemizi anlatıyor. En sade haliyle. Bunun için, anlattıklarını dinlemek, dinletmek gerekiyor. İnsan olduğumuzu bize hatırlatanlardan sadece biri. Neyse ki yalnız değil. Umudumu artıran, biraz da bu kalabalıklık hali. Ne güzel!