Adolf Eichmann, soykırım sırasında Avrupa’nın dört bir yanından toplama kamplarına getirilen Yahudilerin nakledilmesiyle görevliydi. 1932’de Avusturya Nazi Partisi’nde üye olmuş ve aradan geçen 12 yılın sonunda akıl hocası ve soykırım uzmanı haline gelmişti. 1960’da Arjantin’de yakalanıp Kudüs’e götürüldü. Eichmann yargılandığı mahkemede kendini şu sözlerle savundu: “ben sadece yasalara uygun olarak görevimi yerine getirdim.” 2 milyona yakın Yahudi öldürdüğü tahmin edilen Nazi subayı kendisini yasaların dışına çıkmayan sıradan bir devlet memuru olarak tarif ediyor ve buna inanıyordu. O, ne yaptıysa ulusu ve devleti için yapmıştı! Bunu ‘kör bir itaat’ olarak niteleyen Hannah Arendt, ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ adlı kitabında ‘görevini yerine getiren yurttaş’ söyleminin sıradanlığı ve altında yatan ulus-devlet idealizminin yol açtığı kötülüğü tarif ederken; kutuplaştıran, ötekileştiren, düşmanlaştıran ve bütün bunların vatanı savunmak adına sahiplenildiği benzer politik ve ahlaki tavırların sürdürülmesinin yeni Eichmannlar yaratacağını anlatır. Hitler’in yasalarına uymuş olmak günün sonunda Eichmann’ı kurallara uyan iyi bir yurttaş değil, milyonlarca insanın ölümüne neden olan bir soykırım suçlusu yaptı.

Almanlar, iktidar olduktan sonra yetkilerin kendisine sınırsız bir güç bahşettiğine inanan bir deli tarafından kandırılmış insanlar değildi. Nazi ideolojisini sahiplenmiş, inanmış ve çoğaltmışlardı. Sessizleştiren, iyi ve kötüyü ayırt edebilme muhakemesini nefretle felce uğratan bir iktidarın açtığı yolda, insanlık tarihine yeni bir kıyım yazarak yürüyorlardı. Hitler, her vatansever Almanı ırkına, kinine sahip çıkmaya çağırıyordu. İçte ve dışta düşmanlar bertaraf edilmeli ve yüce Alman ulusu dünya sahnesinde hak ettiği yeri almalıydı. Bunun için kaybedecek bir dakika zamana, oyalanacak tek bir itiraza yer yoktu. Üstün ırkın yükselişine kimse engel olamayacaktı. Olağanüstü şeylerin gerçekleştirilebilmesi için olağanüstü yetkilere ihtiyaç vardı. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler...

Ödön von Horvath, ‘Tanrısız Gençlik’ adlı kitabında 1. Dünya Savaşı sonrası ruh halini şöyle anlatır: “Ergenlik çağındaki bir adamdan çok fazla şey, Tanrı’nın bir dünya savaşına müsaade etmesini anlaması istenmişti.” Gençler tanrısız kalmış; kötülüklere göz yumulan bir toplumun öfkeden körleşen bireylerine dönüşmüştü. Horvath 1936’da yazdığı romanında faşizmin yol açtığı bireysel ve toplumsal çöküntüyü bir lise öğretmenin gözünden anlatır. Nazi Almanyası’nda öğrenciler, tartışmasız bir itaat içinde düzenin kinine ve ırkına sahip çıkan çocukları olarak yetiştirilir. Nazilerin bir propaganda aracı olarak kullandıkları radyo ve gazeteler aracılığıyla gündelik dilin iktidar tarafından nasıl şekillendirildiğini ve çocukların hayatına nasıl sirayet ettiğini Horvath şöyle anlatır: “Radyo’da birinin söylediği bir şeyi hiçbir öğretmen yanlış diye çizemez. Radyo hışırdıyor, uluyor, havlıyor, tehdit ediyor. Gazeteler radyoda yankılanan bu sözleri basıyor ve çocuklar olduğu gibi defterlerine geçiriyorlar.” Faşizmin gündelik dilini kurduğu bu çemberde hayatları gasp edilen çocuklardan duygusal açıdan soğuk, insani niteliklerinden arındırılmış, düşünsel idealleri olmayan bir nesil olarak bahseden öğretmenin mutsuzluğu gün geçtikçe artar. Bir gün okuduğu ödev kâğıdında “bütün zenciler sinsi, korkak ve tembeldir” ifadelerini gördüğü öğrencisini bütün insanların eşit olduğuna dair uyarır. Alman ırkının üstünlüğüne yürekten bağlı olan veli ve müdürün kızgınlığı öğretmenin umutsuzluğunu artırır. “Düşünmenin her türlüsünden nefret ediyorlar. İnsanlardan vazgeçmişler. Makine olmak istiyorlar. Vida, çark, piston. Fakat mühimmat olmayı tercih ederlerdi: Bombalar, şarapneller, mermiler...” Öğretmen, öğrencilerin zorunlu olarak katıldığı askeri kampta -çünkü müdürün söylediği gibi onları manevi olarak savaşa hazırlamak durumundayız- bir yandan endişelerinin vücut bulmasına tanıklık edecek, diğer yandan, itaatin olduğu yerde yaşam bulamayan hakikatin peşine düşerek bu karanlık içinde doğruyu söylemek için derin bir istek duyacaktır.

Kitap 70 yaşında ancak dün yazılmış gibi dinç. Kinine, ırkına, kavgasına sahip çıkması istenen bir kuşağın nefretle ilmek ilmek örülen hayatını anlatırken; itaate dayalı totaliter bir düzenin, ahlaki ve vicdani davranışları nasıl da hoyratça parçalayıp örgütlü kötülüğe zemin hazırladığını anlatıyor. Bir bebekten katil yaratan karanlık nasıl inşa ediliyor, ‘sadece görevini yapan’ Eichmann’lar nasıl soykırım suçlusuna dönüşüyor, Ödön von Horvath 70 yıl öncesinden bugüne avaz avaz sesleniyor. Duyalım.