Pazartesi günü açıklanan verilere göre yıllık enflasyon yüzde 20’nin hemen üzerinde seyrediyor. Gıdadaki enflasyon artışı ise yüzde 31.89 olmuş ve gıda içerisinde de sebze-meyve fiyatlarında yüzde 80.5 artış gerçekleşmiş. Bu ne demek? Bu şu demek: Hayat pahalanmış pahalanmasına ama bu pahalılık en çok vatandaşın doğrudan görebileceği, doğrudan hissedebileceği bir şekilde, marketten mutfağa uzanan yolda gerçekleşmiş. […]

Pazartesi günü açıklanan verilere göre yıllık enflasyon yüzde 20’nin hemen üzerinde seyrediyor. Gıdadaki enflasyon artışı ise yüzde 31.89 olmuş ve gıda içerisinde de sebze-meyve fiyatlarında yüzde 80.5 artış gerçekleşmiş.

Bu ne demek? Bu şu demek: Hayat pahalanmış pahalanmasına ama bu pahalılık en çok vatandaşın doğrudan görebileceği, doğrudan hissedebileceği bir şekilde, marketten mutfağa uzanan yolda gerçekleşmiş. İnsanların geliri fiyatlarla doğru orantılı artmadığına göre, alım gücü çok ciddi bir şekilde azalmış, çok ciddi bir yoksullaşma yaşanmış.

Bu enflasyon oranına ve yoksullaşmaya reel sektörde yaşanan daralmayı, ekonominin küçülmesini, iflasları, konkordatoları, ödenemeyen borçları ve işten çıkarmaları eklemek gerekiyor. Enflasyonla birlikte işsizlik, özellikle de genç işsizliği çok ciddi bir şekilde artıyor.

Ekonomik kriz giderek derinleşirken iktidarın IMF’yle seçimden sonra bir anlaşma yapmak için zemin yokladığına, hatta birtakım ön görüşmeler yapıldığına dair iddialar artıyor, iktidar çevreleri ise bunu kesin bir dille yalanlıyor.

Peki mümkün mü? Seçimden sonra iktidar partisi, 2002’den 2008’e kadar anlaşma imzaladığı IMF’yle yeniden masaya oturur mu?

Oturabilir, çünkü küçülen Türkiye ekonomisinin döviz bağımlılığı dünyada ucuz döviz döneminin de kapandığı bir konjonktürde giderek artıyorken, iktidar IMF’yle anlaşmayı kendi açısından en iyi seçenek olarak görebilir, IMF’yle yapılacak bir anlaşmayla ve dolayısıyla artan kredibiliteyle hem döviz fiyatlarını hem faizleri aynı anda düşürmeyi hedefleyebilir.

Öte yandan, eğer ABD’yle Suriye vesilesiyle yeni bir denge noktasında buluşulacaksa ve yeni bir yakınlaşma yaşanacaksa, IMF anlaşması Türkiye’nin Atlantik/Batı ekseninden kopmayacağının bir garantisi/bir taahhüdü olarak sunulmak istenebilir ve ABD’nin de bu yakınlaşmanın bir parçası olarak IMF ile anlaşmayı talep etmesi şaşırtıcı olmaz.

Ancak öte yandan, her ne kadar çok ciddi bir dış kaynağa ihtiyacı olsa da, IMF’yle masaya oturmak, iktidar açısından bambaşka bir anlama gelecektir. Meydanlarda sürekli IMF’ye olan borcu bitirmekten, IMF’yi Türkiye’den yollamaktan bahseden, hatta bunu “IMF bizden borç istedi, verin dedim, baktılar veriyoruz, vazgeçtiler” gibi fantezilerle süsleyen bir iktidar açısından yeniden IMF kapısına gitmek öyle kolay olmayacaktır.

Evet doğru, IMF en çok otoriter rejimlerle çalışmayı sever, IMF’nin emek düşmanı, halkı yoksullaştırıcı, neo-liberal programı, en kolay, toplumun susturulduğu, çalışanların örgütlü olmadığı, sendikaların etkisizleştirildiği rejimlerde uygulanır ve bu haliyle Türkiye’deki yeni rejim de bunun için biçilmiş kaftandır.

Ancak rejim açısından sorun şuradadır: IMF “kurallı” bir kapitalizm ister, kredi dilimlerini serbest bırakmak için birtakım şartların yerine getirilmesini talep eder. Oysa kamu bankalarının verdiği krediyle medya grubu satın alınan, kamu ihale yasasının artık şahsa özel hale geldiği, Varlık Fonu adı altında sayısız iktisadi kuruluşun doğrudan tek bir kişiye bağlandığı, paralel bir ekonominin, maliyenin ve hazinenin kurulduğu, her türlü denetime kapalı bir rejim açısından bu taleplerin yerine getirilmesi öyle kolay olmayacaktır.

Velhasıl durum iktidar açısından IMF’ye gidilmese bir dert, gidilse başka bir dert şeklindedir ve bir çaresizliğin yansımasıdır. Bizim açımızdan ise her durumda önemli olan, krizin ve yoksullaşmanın giderek derinleştiği Türkiye’de, emekçileri, çalışanları, yoksulları ve onların taleplerini siyaset sahnesine taşıyacak, bağımsız sol bir hattı inşa edebilmektir.