Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Okurlarımızın kafasını en çok karıştıran konulardan biri de Arapça-Farsça kökenli sözcüklerle Türkçe sözcüklerin bir arada kullanıldığı tümce yapılarıdır. Bu karışıklığı daha önce “teşrif” “ve “müteakiben” sözcüklerinin kullanımı sırasında görmüştük.

Okurumuz Önder Arslan, şimdi “haiz” sözcüğünü de eklemiş bu diziye:

“Merhaba Sayın Aşut,

BirGün gazetesinde yayımlanan haftalık yazılarınızı ilgiyle takip eden bir okurunuzum. İşinizin kolay olmadığını biliyorum. Okumuş ve okumakta olduğum yazılarda sürekli karşıma çıkan ‘haiz’ sözcüğüne değinmek istiyorum. Az önce okumuş olduğum Sayın İzzettin Önder’in Evrensel gazetesindeki son makalesinde de karşıma çıktı bu sözcük. Cümleyi olduğu gibi aktarıyorum:

‘Demek ki, bu seçim halkımız için olduğu kadar iktidar erki için de yaşamsal önemi haizdir.’

Bu ifadenin ‘öneme haizdir’ olarak yazılması gerekmiyor mu? Saygılarımla.”

***

“Haiz”, Arapça bir sözcük. “Malik, sahip, taşıyan” anlamlarına geliyor. Yani bir şeyi sahiplenen, elinde bulunduran demek.

İzzettin Önder Hocamızın tümcesinde, önümüzdeki seçimin yaşamsal önemine vurgu yapılıyor. Bir başka deyişle, seçimin “taşıdığı önem” anımsatılıyor. Dolayısıyla kurulan tümce yapısında bir yanlışlık yok. Zaten TDK de “ehemmiyeti haiz” diye örneklemiş bu sözcüğün kullanımını.

Eski kuşakların Arapça-Farsça sözlükleri yanlış kullanma olasılıkları daha azdır. O yüzden gençlere, konuşup yazarken büyüklerin diline özenmemelerini, yabancı sözcüklerden uzak durmalarını öğütlüyorum hep. Örneğin yukarıdaki tümce şöyle yazılmış olsaydı, herhangi bir duraksama geçirmeyecekti okurumuz:

“Demek ki bu seçim halkımız için olduğu kadar iktidar erki için de yaşamsal önem taşımaktadır.”

***

“ŞERRİYE” DEĞİL “ŞERİYE”

Kafa karıştıran sözcüklerden biriyle daha yakınlarda karşılaştık.

Gazetemizin Eğitim yazarı Ünal Özmen, 25 Mart 2022 tarihli yazısında çok önemli bir konuyu ele almıştı. Ne yazık ki bu yazıda azımsanmayacak sayıda yazım yanlışı vardı. Üstelik yanlışlardan biri, yazının başlığındaydı:

“Diyanet Akademisi ya da Şerriye ve Evkaf Vekaleti”

Laiklik ilkesine ve Öğretim Birliği Yasası’na aykırı olmasına karşın Meclis’teki muhalefetin de akıl almaz desteğiyle bir çırpıda yasalaşan Diyanet Akademisi Kanun Tasarısı’nın eleştirildiği yazıda şöyle deniyordu:

“Diyanet Akademisi Kanunu, 3 Mart 1924’te kaldırılan Şerriye ve Evkaf Vekaletinin yeniden tesisi anlamına geliyor. Şerriye ve Evkaf Vekaleti, cumhuriyet kurulmadan önceki eğitim dahil din işleri ve vakıfların yönetiminden sorumlu bakanlıktı. Din eğitimi, aynı gün çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) yasası ile Milli Eğitim Bakanlığına, vakıfların yönetimi ise Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredildi. Diyanet Akademisi Kanunu, din ve dini eğitim veren kurumların yönetimini yüz yıl sonra tekrar Diyanete bırakıyor.”

İmlasına dokunmadığım yazının hem başlığında hem metninde “şerriye” sözcüğü geçiyor...

“Şerriye”, Arapça “şer” sözcüğünden gelir. Kötülükle ilgili demektir. Yazıda amaçlanan sözcük ise, İslam Hukuku’na, yani “şeriata uygun” anlamındaki “şer’iyye”dir. Bu sözcüğü günümüzde “şeriye” diye yazıyoruz. Alıntıladığımız yazıda da böyle olması gerekirdi.

***

“HAUTE COUTURE” NEDİR?

Modacı Vural Gökçaylı’nın ölüm haberiyle “haute couture” sözcüğü yeniden dolaşıma girdi. Bu yüzden sözcüğün anlamını merak edip soranlar oldu.

“Otkutür” diye okunan bu Fransızca terzilik teriminin Türkçe karşılığı “yüksek dikiş”tir. Sipariş üzerine hazırlanan özel dikim giysiler için kullanılır. Bu giysiler tümüyle el işçiliğine dayanan özgün tasarımlardan oluştuğu için çok pahalıdır. O yüzden de ancak varlıklı kişiler “haute couture” giyinebilir.

***

HAFTANIN NOTU

Siyasal tutuklulara ayırımcı uygulamalar

Geçen hafta hasta tutuklu ve hükümlülerin sorunlarına değinmiştik. Cezaevlerinde siyasal tutuklulara uygulanan ayırımcılıklar da ayrı bir sorun...

Yirmi beş yıldır cezaevinde olan bir siyasal hükümlünün mektubundan aktarayım durumu:

“Bugünlerde adli koğuşlara görüntülü telefon cihazı verilmiş. Görüşme süresi yarım saatmiş. Bize vermediler. Her zaman böyle oluyor. Bu insanlar spor vb. etkinliklere çıkıyorlar. Adli suçlulara tanınan haklardan siyasi tutsaklar yararlanamıyor. Bizim telefon hakkımızı iki haftada on dakikaya düşürdüler. Öteki tutuklulara uzun süreli ve görüntülü telefon hakkı tanınırken bizim hakkımız kısıtlandı. Ayrıca cezaevine dergiler alınmıyor. Kitaplar için de bir sürü koşul var: Kargo ile gönderilecek, bandrollü olacak, yayınevinden değil kişilerden gelmiş olacak, adreste bir harf bile eksik olmayacak vb.”

Başka hak kayıplarına uğramaması için bu arkadaşın adını ve cezaevini yazmıyorum. Ama biliyoruz ki cezaevlerinde tüm siyasal tutuklu ve hükümlülere yönelik genel bir tutum bu. Onlara içeride bile “düşman hukuku” uygulanıyor!

Biz daha önce cezaevlerinde böyle kısıtlamalar görmedik. Yayıncılık bandrolle başlamadı ki “bandrollü kitap” istiyorsunuz! Yeni baskısı yapılmamış bandrolsüz eski kitapları cezaevine göndermenin nasıl bir sakıncası olabilir? Amaç eğer “korsan yayın”ı engellemek ise, günümüzde böyle bir önlemin anlamı kalmamıştır. Çünkü o kitapların bandrollü korsan baskıları da pazarlarda rahatça satılıyor artık! Adalet Bakanlığı bu uygulamaya son vermelidir.

Bana yukarıdaki satırları yazan “ağırlaştırılmış müebbet hapis hükümlüsü” arkadaş, cezaevi koşullarında kitap okuyarak iki fakülte birdi; şimdiyse üçüncü fakültenin sınavlarına hazırlanıyor! Böylesi bir iradeye saygı duyulmaz mı?